Festival ve organizasyonlarda popüler isimlere açılan cömert bütçeler, büyük sahneler, geniş imkânlar; buna karşın emekle, sabırla, kolektif bilinçle üreten gruplara yapılan sınırlı destek ve bitmek bilmeyen bütçe tartışmaları, büyük bir çelişki olarak ortada duruyor
Cihan Ekinci
Daha önce Kürt tiyatrosunun genel sorunlarına değinmiştim. Ancak bu sefer Kürt tiyatro oyuncusunun en temel sorunu olan, oyunculuk yapma mücadelesi ile yaşam mücadelesi arasındaki çatışmaya ve bu çatışmanın yarattığı sonuçlara değinmek istiyorum. Çünkü mesele sadece sanatsal değil; aynı zamanda toplumsal, kültürel ve ahlaki bir kırılma meselesidir.
1.Tiyatronun doğası: Yarım zamanlı sanat sorunsalı
Tiyatro, başka hiçbir sanatın kısmen üstlenemeyeceği yoğunlukta bir iştir. Bir oyunun
doğması yalnızca diyalog yazmak ya da bir metni ezberlemek değildir: uzun süreli okuma, felsefe, tarih, psikoloji ve edebiyatla beslenen zihinsel bir birikim; beden, nefes ve ses çalışmaları; kolektif prova disiplinleri; teknik kadronun ıstırabına rağmen süren hazırlıkları ve organizasyonel emeği gerektirir. İyi bir oyuncu, toplumun iyi bir gözlemcisidir; rolü için metinler, toplumsal veriler, anlatılar ve sahne tarihçesi okur; çalıştığı ekip kadar topluma da emek verir.
Bu koşulların sürdürülebilir olması için oyuncunun zamanını tiyatroya ayırabilmesi gerekir. Yani tiyatronun gerektirdiği asgari şart: geçim güvencesi. Gecelik geçici işlerle, ikincil işlere bölünmüş bir hayat tiyatroya yatırım yapılmasını imkânsız kılar. Bu en temel gerçek göz ardı edildiği müddetçe sahneden “iyi” beklentiler adaletsiz birer fantezidir.
2. Gerçeklik: Oyuncuların geçim mücadelesi sahneyi boğuyor
Kürt tiyatrosunda oyuncular yıllarca “karın tokluğuna” sanat yapmak zorundabırakıldı. Bir yandan provalar, atölyeler, kültürel tartışmalar; diğer yandan kira, aile giderleri, yan işler… Bu çelişki üretim kapasitesini kısırlaştırır: provaları aksayan ekipler, sürekliliği olmayan projeler, yarım kalmış üretimler. İyi oyuncu olmak için gerekli olan sürekli eğitim ve okuma, günlük yaşamın acil talepleriyle yarışır; sonuç: üretim kalitesi düşer, özgünlük azalır, kolektif disiplin erozyona uğrar.
Böyle bir zeminde “iyi iş beklemek” haksızlık değil mi? Kesinlikle. Sanat, kahraman fedakârlıklarıyla değil, toplumsal yatırım ve güvenceyle yükselir. Bunun yerine sanatçılar “daha fedakâr ol” diye azarlanırsa, toplumsal vicdanın bir parçası kopar.
3. Siyasetin konuştuğu dil ile yaptığı iş arasındaki uçurum
Kürt siyasetindeki entelektüel söylem, zaman zaman tiyatronun, sanatın rolünü yüceltti; tiyatroyu “hafıza”, “kimlik” ve “toplumsal dönüşüm” aracı olarak tanımladı. Ancak bu teorik takdirin pratik karşılığı çoğu zaman yoktu. Siyasetin kültüre bakışında üç temel hata tekrarlanıyor:
1. Söylem-Pratik Ayrılığı: Kürdistan’da kültür ve sanat, uzun yıllar boyunca bütçe yoksunluğu ve altyapı eksikliklerinin kıskacında var olmaya çalıştı. Tiyatro, sahnede ışık ve dekorun ötesinde bir varoluş biçimi iken, mekan sıkıntıları, prodüksiyon yetersizlikleri ve süreksizlik, sahneyi nefessiz bırakıyordu. İzleyici kitlesi henüz oluşmamış, oyuncular ise sanatı ve yaşamı arasında ince bir çizgide yürümek zorunda kalmıştı; çoğu, umutla kurdukları sahneden, geçim kaygısının soğuk gerçekliğiyle çekilmek zorunda kaldı. Bu, tiyatronun yalnızca estetik bir uğraş değil, aynı zamanda maddi ve toplumsal güvenceyle beslenmesi gereken bir varlık alanı olduğunu gözler önüne seriyor.
Türkiye metropollerinde ise Kürt kültür ve sanat çalışmaları, çok daha zorlu bir sınavla karşılaştı. Oyuncular, ekonomik darboğazın ağır yükünü omuzlarken, oyunları sahneye taşımak için kişisel fedakârlık ve emekle direndiler. Kostümler, dekorlar, ışık ve teknik ihtiyaçlar çoğu zaman kendi elleriyle, kendi imkânlarıyla hayat buldu. Fahiş kira, gıda ve ulaşım giderleri, sahnedeki performansın ritmini bozarken, toplumun içinde olması gereken oyuncular, mevcut koşulların dar kalıplarında sosyal bağlarını ve aile ilişkilerini zedelemek zorunda kaldılar.
Buna rağmen, İstanbul gibi bir metropolde Kürt tiyatrosu, adeta iman gücüyle, inançla ayakta kaldı. Uluslararası ses getiren eserler üretildi, sahne tarihine değerli katkılar yapıldı. Ancak ekonomik ve kurumsal destek eksikliği, bu direnişi sürdürülemez kıldı; birçok oyuncu uzun süre sahneye tutunamadı ve geçim kaygısıyla başka yollar aramak zorunda kaldı. Bugün İstanbul gibi bir metropolde Kürt tiyatrosunun var olamaması, doğru analiz edilmezse, sorunların çözümü de mümkün değildir. Sözde değer verilen sahne, emeği görünmez kılarak üretim ve sürekliliği tıkar. Oysa sürdürülebilir bir Kürt
tiyatrosu, dünya tiyatrosunda kendi dili, kimliği ve estetiği ile var olabilmek için yalnızca sahnede değil, politik, kurumsal ve toplumsal destekle de beslenmelidir.
2. Siyasetin Uzmanlık Alanı Olması: Siyasetin ve sanatın zamansal iç içe geçişleri vardır; fakat bunlar aynı dilde konuşmaz, aynı yöntemle varlık kazanmaz. Siyaset—özellikle modern sesleriyle—analitik zekâya, hedeflere, stratejiye yaslanır. Harita çizer, plan kurar, sonucu yönetmek ister. Sanat ise duygulara, sezgilere, belki de henüz söylenmemiş hislere açılan bir kapıdır. Aklı kullanır; ama onu yalnızca düşüncenin sınırlarında değil, sessizliğin, sessiz ama belirleyici çarpışmaların içinden de geçirir.
Kürt tiyatrosunun yıllardır en büyük zorluklarından biri de budur: siyasetin estetik olmayan kurallarıyla sanatın ruhi ve yaratıcı kuralları arasında sıkışmış olması. Siyaset kökenli kişiler—iyi niyetli olsa da—sanatçının üretim sürecine giriştiğinde, genellikle sanatçıyı bir araç olarak görür; sanatçıdan toplumu dönüştürecek bir kahraman olması beklenir, fakat bu beklenti çoğu kez genele yayılan bir yükten ibaret
kalır. Sanatçının içsel sancısı, emeği, bedeni, zaman ve sevgiyle örülü yaratımı, siyaset diliyle biçimlendirilmek istenince kırılır; kimlik, duyarlılık ve estetik dokusu zarar görür.
3. Temel İmkânların Reddi: Kaynak ve mekân güvence altına alınmadı; Kayyumların yönetime el koyduğu her yerde ilk hamlenin kültür ve sanata yapılması tesadüf değildir. Çünkü sanat, yalnızca bir estetik faaliyet değil, halkın belleğinin taşıyıcısı, kimliğinin yeniden üretildiği sahnedir.
Ancak bu çıplak gerçek ortadayken, Kürt kültür-sanat yapılarının sürece hazırlıksız yakalanması da büyük bir kırılmaya yol açtı. Kayyumların geleceği gün gibi ortadayken, alternatif üretim ve sahne alanları oluşturulmadı; mevcut mekânların neredeyse tamamı belediyelerin kontrolündeydi. Böylece, kayyumların el koymasıyla birlikte yılların emeğiyle örülmüş sahneler, konservatuvarlar, tiyatro salonları bir gecede ellerden kaydı gitti. Bu mekânların büyük kısmı belediyelerden alınarak valilik
ve kaymakamlıklara devredildi. Yani yarın belediyeler yeniden halkın iradesine dönse bile, birçok sahne geri alınamaz hale geldi.
Bu öngörüsüzlük, yalnızca mekân kaybına değil, toplulukların dağılmasına yol açtı. Yıllar boyunca alın teriyle, inatla, dirayetle var edilmiş tiyatro grupları, bir anda dağılmak ya da mekânsızlık yüzünden üretim yapamaz hale gelmek zorunda kaldı. Kayyumlar tarafından kapatılan her tiyatro, her kültür merkezi, yalnızca dört duvar değil, halkın kolektif hayal gücünün zapt edilişidir. Ve bu zapt, öngörüsüzlükle birleştiğinde, halkın belleğinde onarılması güç boşluklar yaratmaktadır.
4. Star kültürü üzerine
Küresel kapitalizmin kültürel mekanizmaları, sanatı kolektif bir hafıza sahası olmaktan
çıkarıp bireysel performansların pazarlandığı bir gösteri alanına dönüştürdü. Tiyatronun kolektif emeği, ışıkçısından oyuncusuna, dekorcusundan yönetmenine kadar uzanan dayanışma zinciri, yerini tekil yıldızlara, “parlayan” isimlere bıraktı.
Kürt tiyatrosunda da benzer bir kayma gözlemleniyor. Ekonomik güvencesizliğin, mekânsızlığın ve destek yoksunluğunun yarattığı çaresizlik, genç kuşak sanatçıları kolektif üretimin ağır yükünden çekip tek kişilik gösterilere, stand-up sahnelerine, solo performanslara yöneltti. Bu yönelim kendi başına suçlanamaz; çünkü ortada bir tercih değil, çoğu zaman hayatta kalma refleksi vardır. Kolektif bir tiyatro yapısının sürdürülemediği yerde, bireysel yolların cazibesi artar. Ama bu cazibe, tiyatronun özündeki ortak emeği eritir; sahne dilinin kolektif dokusunu çözer.
Teoride star kültürü hep eleştirildi; “tiyatro kolektif bir sanattır” dendi, “bireysel parıltı” kınandı. Ancak pratikte, yıllarca bu kültürün kök salmasına zemin hazırlandı. Festival ve organizasyonlarda popüler isimlere açılan cömert bütçeler, büyük sahneler, geniş imkânlar; buna karşın emekle, sabırla, kolektif bilinçle üreten gruplara yapılan sınırlı destek ve bitmek bilmeyen bütçe tartışmaları, büyük bir çelişki olarak ortada duruyor. Bu çelişki, yıllar boyunca “eleştirilenin” aynı zamanda güçlendirilmesi anlamına geldi. Eğer bu gidişat sorgulanmaz, kolektif üretim yeniden değerli kılınmazsa, Kürt tiyatrosunun dünya sahnesinde kendi kimliğiyle özgün ve kalıcı bir yer edinmesi hayalden öteye geçemeyecektir. Çünkü tiyatronun gerçek ışığı yıldızların parıltısında değil, emeğin kolektif aydınlığındadır.
5. Sonuç: Sahneye sorumlulukla yatırım yapılmalı
Bu bir ahlaki çağrı değildir yalnızca. Bu, akılcı bir toplumsal tercih çağrısıdır. Bir halkın belleğini, dilini ve geleceğini sahneye taşıyacak insanlar varsa; onlara önce yaşama koşullarını, sonra estetiğin özgürlüğünü verin. Oyuncunun, dramaturgun, ışıkçının emeği görünür kılındığında, sahne yalnızca gösteri değil; toplum için bir inşa aracına dönüşür.