Eşitsizlik ve adaletsizlik denince kimilerimizin aklına kapitalizm denilen bu sistemin ekonomik mağdurları geliyor. Yani üretim araçları sahipleri karşısında emeğini satmaktan başka bir seçeneği olmayan emekçiler, yani işçi sınıfı. Gerçekten de 19. Yüzyıl kapitalizmini irdeleyen Marks baba işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki kapitalizmin doğasından gelen bu konumlanışın emekçiler açısından yeni bir dünya kurmak için aynı zamanda bir fırsat olduğunun altını çizdi. Dedi ki, emekçiler açısından eşitsizlik ve adaletsizlik anlamına gelen bu sistem değişmeli. Daha adil ve daha eşitlikçi bir dünya mümkündür.
Burada şunu belirtmeliyim ki Marks baba burada proleteryanın, yani işçi sınıfının, karşısında konumlanan burjuvaziyle mücadelelerinin tarihin çarklarını döndüren bir olgu olduğunu söylerken, böyle bir gücü proleteryaya içkin bir güç olarak değerlendirmedi. Bir başka ifadeyle, böyle bir gücün “özsel” olarak proleteryada var olduğunu söylemek istemedi. Bu, devrimci, değiştirici gücün proleteryanın burjuvaziyle bir “mağduriyet ilişkisi” içinde olmasından kaynaklandığına işaret etti. Yani kısacası işçi sınıfının devrimciliği, ya da eşitlik ve adalet arayışı konusundaki gücü, proleteryada varolan bir özellik değil, proleteryanın burjuvaziyle kurduğu ilişkinin bir “mağduriyet ilişkisi” olmasından kaynaklandığını belirtti. Bu çerçevede mağduriyet ilişkisi, yani bir sınıfın eşitsiz ve adil olmayan koşullarda yaşıyor olması aynı zamanda bu mağduriyet koşullarının değiştirilmesi talebidir.
Böyle bir çerçeveden günümüze baktığımızda, günümüzün ulus devlet yapılarına baktığımızda eşitsizliğin ve adaletsizliğin yalnızca işçi sınıfının değil aynı zamanda farklı kimliklerdeki insanların da muhatap olduğu bir durum olduğunu görürüz. Bugünün dünyasında ulus devlet yapıları içinde ulus devlete hakim olan kimliğin (ya da kimliklerin) baskıcı ve asimilasyoncu uygulamaları diğer kimlikler üzerinde tanınma eşitsizliği ve adaletsizliği çerçevesinde çeşitli mağduriyetler oluşturmaktadır. Bu mağduriyetler kimi kimlikler üzerinde “dil ve kültür”, kimileri üzerinde “inanç” temelinde sosyal mağduriyetler şeklindedir. Dolayısıyla günümüzde “değiştirici” ve “devrimci” talepler yalnızca emek alanında eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü içindeki işçilerden değil aynı zamanda kimliğinden ötürü eşit ve adil davranılmayan kimlik mağdurlarından da gelmektedir.
Bu nedenle de radikal ve çoğul demokrasi açısından eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yalnızca işçi sınıfının mağduriyeti üzerinden değil ama aynı zamanda bu mücadelenin kimlik mağdurlarını da kapayacak geniş bir toplumsal ilişkiler dizisine uzatılması olarak tasavvur edilmesi gerekir.
Sanırım Kürt meselesi, Alevi meselesi gibi adlarla konuştuğumuz konulara böyle yaklaşmamız gerekir. Böyle yaklaştığımızda da, bugünün radikal demokrat siyasetinin hedefinin işçi sınıfı dahil tüm mağdurların eşitlik, adalet ve özgürlük talepleri üzerinden kurulmuş bir hedef olmalıdır. Tabii mağdur kimlikler deyince, yalnızca bu kimliğin işçilerini değil kimliğin içindeki çeşitli ekonomik kategorilerdeki insanlarının da kapsanması gerektiği açıktır. Nasıl ki kadın hareketi yalnızca emekçi kadınların değil, tüm farklı ekonomik koşullara sahip kadınların da eşitlik ve özgürlük mücadelesini içeriyorsa tıpkı onun gibi.