Sovyet tipi reel sosyalizmin otoriterleşme pratiği, Abdullah Öcalan’ın sosyalist paradigmayla kurduğu ilişkiyi köklü biçimde dönüştüren tarihsel bir deneyim olarak okunabilir. Öcalan, 1990’ların sonlarından itibaren Sovyetler Birliği’nin çöküşünü yalnızca emperyalizmin zaferi olarak değil, aynı zamanda devlet temelli sosyalizmin yapısal iflası olarak değerlendirmiştir
Ercan Jan Aktaş
“Reel sosyalizm, özgürlük sorununu çözmek bir yana, çoğu zaman onu daha da derinleştiren bir iktidar aygıtına dönüştü. Proletarya diktatörlüğü adına kurulan sistemler, halkın öz yönetimini değil, bürokratik sınıfların tahakkümünü pekiştirdi.”— Abdullah Öcalan, Sosyolojinin Güncel Sorunları
1917 Rusya Ekim Devrimi, Marx eksenli sosyalist hattın somut bir iktidar pratiğine dönüşmesinde tarihsel bir dönüm noktasıdır. Ancak bu dönüşüm, aynı zamanda anarşist geleneğin devrim içindeki rolünün tasfiyesi anlamına da gelir. Bolşeviklerin öncülüğünde gerçekleşen devrim, başlangıçta işçi Sovyetleri ve köylü meclisleri gibi doğrudan demokratik organlar aracılığıyla halkın öz iradesini temsil etme iddiası taşısa da, kısa sürede bu yapılar partinin mutlak denetimi altına alınmıştır (1).
Lenin ve ardından Troçki’nin teorik ve pratik yönelimleri, devrimi bir öncü parti aracılığıyla merkezileştirme stratejisine dayanmış; bu da devrimci inisiyatifi halktan alarak parti aygıtına devretmiştir. Bu süreçte anarşistler, özellikle Ukrayna’da Nestor Makhno öncülüğündeki hareketle devrimci mücadelenin asli unsurlarından biri olsalar da, 1921 Kronstadt Ayaklanması’nın kanla bastırılması gibi olaylarla birlikte Bolşevik yönetim tarafından bastırılmış, etkisizleştirilmiş ve ideolojik olarak marjinalleştirilmişlerdir (2).
Bu tasfiye süreci, Marx’ın “geçiş dönemi devleti” fikrinin reel sosyalizm pratiğinde otoriter ve merkezî bir devlet aygıtına evrilmesine zemin hazırlamıştır. Sovyetler Birliği’nde devlet, proletarya adına iktidarı elinde tutan ve bürokratik bir kastın yeniden üretildiği bir yapı haline gelirken; anarşistlerin savunduğu özyönetim, adem-i merkeziyetçilik ve doğrudan demokrasi ilkeleri sistematik biçimde bastırılmıştır (3).
1918–1921 yılları arasında, Kızıl Ordu tarafından Ukrayna’daki özgür bölgeler bastırıldı, Makhno birlikleri dağıtıldı ve birçok anarşist lider ya öldürüldü ya da sürgüne zorlandı. Aynı dönemde Moskova ve Petrograd’daki anarşist kolektifler dağıtıldı, yayın organları kapatıldı, tutuklamalar ve infazlar yaygınlaştı. Bolşevikler, sosyalist devrimin birliği adına her türlü çoğulcu devrimci özneyi ortadan kaldırarak kendi iktidar tekelini kurarken, anarşist hareketin devrim içindeki varlığını sistematik olarak tasfiye ettiler (4). Bu gelişmeler, anarşistlerin Bolşevik rejimi “devrimin karşı devrimi” olarak nitelemesine neden olmuştur.
Böylece 20. yüzyıl sosyalist hareketleri içinde anarşist gelenek büyük ölçüde dışlanmış, Marx eksenli çizgi devletin sürekliliğini meşrulaştıran bir siyasal gerçekliğe dönüşmüştür. Oysa Bakunin’in, “devrim adına kurulan yeni devletin, eski tiranlığın daha inceltilmiş bir biçimi olacağı” yönündeki uyarısı, Sovyet pratiğinde tarihsel bir doğrulama kazanmıştır (5). Bu deneyim, sonraki kuşaklar için yalnızca bir otoriterleşme örneği değil, aynı zamanda anarşist ilkelerin devrimci süreçlerde neden ısrarla savunulması gerektiğini gösteren tarihsel bir ders niteliği taşımaktadır.
Sovyet tipi reel sosyalizmin otoriterleşme pratiği, Abdullah Öcalan’ın sosyalist paradigmayla kurduğu ilişkiyi köklü biçimde dönüştüren tarihsel bir deneyim olarak okunabilir. Öcalan, 1990’ların sonlarından itibaren Sovyetler Birliği’nin çöküşünü yalnızca emperyalizmin zaferi olarak değil, aynı zamanda devlet temelli sosyalizmin yapısal iflası olarak değerlendirmiştir (6).
Bu eleştirinin merkezinde, proletarya adına kurulan devletin hızla bürokratikleşerek halkın öz iradesini bastırması, kadınları ve yerel toplulukları dışlayan merkeziyetçi bir iktidar ilişkisi üretmesi yatmaktadır. Öcalan, bu durumun yalnızca tarihsel bir sapma değil, bizzat Marx’ın geçiş devleti anlayışında kodlanmış bir tahakküm biçimi olduğunu ileri sürer (7). Bu nedenle, Sovyet tipi sosyalizm modelini referans almak yerine, devleti aşmayı hedefleyen, doğrudan demokrasiye dayalı, yerel özyönetimi esas alan bir siyasal sistem inşa etme arayışına yönelmiştir.
Bu arayış, Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji ve özgürlükçü belediyecilik kavramlarıyla birleşerek demokratik konfederalizm adı verilen, devletsiz ama örgütlü bir toplumsal yaşam modeline dönüşmüştür. Böylece Öcalan, sosyalizmin kurtuluş vaadini, devlete bağımlı olmayan ve merkeziyetçilikten arındırılmış bir halk egemenliği anlayışıyla yeniden tanımlamıştır.
Abdullah Öcalan’ın reel sosyalizme yönelik eleştirilerinin merkezinde, devletin kutsanması ve halk iradesinin bürokratik aygıtlar aracılığıyla bastırılması yer alır. Ona göre Sovyetler Birliği ve benzeri reel sosyalist rejimler, kapitalizme karşı bir alternatif geliştirmek iddiasıyla yola çıkmış, ancak kısa sürede kapitalist modernitenin merkeziyetçilik, ilerlemecilik ve endüstriyalizm gibi temel yapısal kodlarını yeniden üretmişlerdir (8).
Devletin bir “geçiş aracı” olarak görülmesi, devrimci öznenin yerine parti aygıtının geçirilmesi ve sınıfın yerine öncü kadronun ikame edilmesi, halkın doğrudan katılımını olanaksız kılmıştır. Bu bağlamda Öcalan, reel sosyalizmi yalnızca tarihsel olarak çökmüş bir model değil, aynı zamanda özgürlükçü ilkelere aykırı bir tahakküm biçimi olarak değerlendirir. Sosyalist sistemlerin çöküşü, Öcalan’a göre, dış müdahalelerden çok içsel otoriterleşme dinamiklerinden kaynaklanmıştır.
Bir diğer temel eleştiri ise, toplumsal cinsiyet ve ekoloji gibi alanların reel sosyalizm tarafından sistematik biçimde ihmal edilmiş olmasıdır. Öcalan’a göre, sınıf temelli analizlerin kadın özgürlüğünü ve doğa ile kurulan ilişkiyi ikincil bir mesele olarak görmesi, sosyalizmin toplumsal dönüşüm kapasitesini ciddi biçimde sınırlandırmıştır (9).
Oysa gerçek bir özgürlük mücadelesi, yalnızca sınıf sömürüsüne değil; aynı zamanda erkek egemenliğine, etnik asimilasyona ve doğa üzerindeki tahakküme karşı çok boyutlu bir mücadeleyi zorunlu kılar. Bu eleştiriler doğrultusunda Öcalan, sosyalizmi yeniden tanımlayarak devlete, merkeze ve homojenliğe dayanmayan; çokluk, özyönetim ve etik-politik toplum ilkelerine dayalı bir model önerir. Bu model, demokratik modernite adı altında şekillenirken, kapitalist modernitenin hem liberal hem de reel sosyalist biçimlerine karşı üçüncü bir yol inşa etme çabasını temsil eder (10).
Kaynaklar
1 – Isaac Deutscher, The Prophet Armed: Trotsky 1879–1921, Verso, 2003.
2 – Victor Serge, Memoirs of a Revolutionary, Oxford University Press, 1963.
3 – Paul Avrich, The Russian Anarchists, AK Press, 2005.
4 – Alexander Berkman, The Bolshevik Myth, Dover Publications, 1971.
5 – Mikhail Bakunin, Statism and Anarchy, Cambridge University Press, 1990.
6 – Abdullah Öcalan, Sosyolojinin Güncel Sorunları, Aram Yayınları, 2007.
7 – Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 1, Aram Yayınları, 2009.
8 – Janet Biehl, Ecology or Catastrophe: The Life of Murray Bookchin, Oxford University Press, 2015.
9 – Dilar Dirik, The Kurdish Women’s Movement: History, Theory, Practice, Pluto Press, 2022.
10 – David Graeber, Fragments of an Anarchist Anthropology, Prickly Paradigm Press, 2004.