Türkiye’deki Kürtlere kardeşlik hukukuyla, Suriye’deki Kürtlere düşmanlık hukukuyla yaklaşıyor. Tüm bu politikaların karşısında, Kim barış istemez? Kim süreç karşıtıdır?
Özgür Avzem
Kapitalist sistem kriziyle bağlantılı olarak Ortadoğu yeniden dizayn edilirken, Kürtler de önemli bir aktör olarak öne çıkıyor. Ortadoğu’da söz sahibi olmak isteyen herkes Kürtlerle ilişki kurmayı zorunlu görürken, Türk devleti Suriye’deki Kürtleri denklem dışı bırakmak için her geçen gün saldırı tehditleriyle niyetini açığa vuruyor. Dolayısıyla Kürtler için soykırım ve katliam olasılığı ortadan kalkmış değil. Nitekim Erdoğan’ın Malazgirt savaşının yıldönümünde “kılıç kınından çıktığında kelama yer kalmaz” tehdidini, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, SDG ve Özerk yönetime tabiri caizse HTŞ’ye teslim olun tehdidiyle tamamlarken, Kürtleri inkâr etme, teslim alma ve statüsüzlüğü dayatma politikası devam ediyor.
Bu süreç, politik bilinci diri bir halk haline gelen Kürtler için önemli avantaj ve imkanların yanı sıra riskler ve tehlikelerle dolu bir süreçtir. Suriye’de bugüne kadar siyasi yöntemlerle, şantajlarla, baskılarla, hilelerle ve entrika yüklü ayak oyunlarıyla sonuç alamayan Türk devleti, Erdoğan, Hakan Fidan ve son kertede Bahçeli de savaş naraları atmaya başladı. Özellikle Türkiye’nin son bir yılda yaptığı çağrıyla başlayan diyalog sürecinin gidişatında makul, olumlu ve yapıcı bir dil kullanan, Devlet Bahçeli, Suriye’deki Kürtleri tehdit ederek, 100 yıldır Kürtleri inkâr, imha asimilasyona tabi tutan en katı militarist geleneğin sözcüsü olduğu dönemlere geri döndü. Deyim yerindeyse aynı kodlara döndü. Bir yandan Türkiye’de devam eden Barış ve Demokratik toplum süreci, diğer yandan Suriye’ye dönük saldırı tehditleri, çözüm süreci savaş sürecine mi evrildi sorusunu gözler önüne seriyor. Türkiye’nin Suriye savaşının başlangıcından beri Kürtler hakkındaki kararları soykırım ve bitirmeye dönüktür.
Türkiye’nin Suriye’deki temel ve başat önceliği, Kürtleri statüsüz bırakmak ve SDG’yi tasfiye etmektir. Erdoğan’ın “kılıç kınından çıkarsa, kelama yer kalmaz” sözü ile Bahçeli’nin çözüm dilinden tehdit diline geçişi, sürece dönük samimiyetleri ve niyetleri sorgulanır hale geldi. Kürtler ve Özerk yönetim, Suriye’nin demokratikleşmesi temelinde barış ve kardeşlik içinde yaşamak için, kadınlar başta olmak üzere tüm herkese özgürlük talep ediyor. Özerk yönetimin toplumu yaşamsal kılacak modeli, sadece Kuzey ve Doğu Suriye sahasında değil, Suriye’nin tüm bölgeleri için geçerlidir. Kürtlerin ve Suriye halklarının demokratik temelli özgürlüğü esas alınmadan, yeni sistem kurulamayacağı aşikardır. Suriye’li halklar eskisi gibi diktatörlük ve faşist tekçilik tarzıyla yönetilemeyeceği biliniyor. En başta da Kürtler ve tüm Suriye halkları din kisvesi altında dayatılan böyle bir diktatörlüğü kabul etmez.
Bu gerçeklikten yola çıkarak, Türkiye’nin tahammülsüzlüğü ve inkarcılığı, aynı zamanda sürece darbe vuracak dili, Kürtleri bütün süreçlerden dışlamaya ve statü sahibi olmalarını önlemeye çalışmaktadır. Türkiye NATO üyeliğini kullanarak, Suriye’de HTŞ’yi yönetip, tüm karar mekanizmalarında ağırlığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla Şam geçici hükümeti Türk yönetiminin bir memuru konumunda hareket ediyor. Türk devleti ve HTŞ’nin ilişkisi, aralarındaki organik bağ, Suriye’deki kaosu derinleştirip, çözümsüzlüğe itiyor. Paris görüşmesinin reddi, 10 Mart anlaşmasının özünü boşaltıp, hayata geçirilmesinin engellenmesi, Suriye anayasasının Türk Devlet aklıyla şekillendirilmesi, nihayetinde Türk devletinin Suriye’yi yönetir hale geldiği, tüm herkes tarafından bilinen bir gerçekliktir. HTŞ’nin gerici, BAAS rejiminden daha baskıcı ve tekçi bir sistem kurması, Türkiye’nin tam da istediği bir sistemdir. Türk devleti daha Türkiye’deki süreci somut adımlarla yürütmeden, Bahçeli’nin Halklar Önderi Öcalan için “gelsin mecliste konuşsun” açıklamasını pratikte gerçekleştirmeden, adına “Milli dayanışma, kardeşlik ve demokrasi komisyonu” denildi ama, sorunu silahsızlandırma sorunu olarak ele alıp, büyük pencereye bakmaktan imtina ederken, Suriye halklarının hem siyasi hem askeri savunması olan SDG ve Özerk yönetimin silahsızlanmasını istiyor. Bu şekilde süreç ilerleyip bir sonuca gider mi? DAİŞ kalıntılarının kol gezdiği ve kendisini tekrardan yeşerttiği Suriye’de, halkların savunmasız kalması, Türk Devleti’nin mevcut Suriye’yi “Suriye Arap Cumhuriyeti” yapması hayaline tam da uygun bir yöntemdir. Bir yanda katliamlar sürerken, hiç kimsenin can güvenliği kalmamışken, Kürtleri silahsızlandırmak demek, DAİŞ çetelerinin kucağına atmak demektir.
Hem Erdoğan hem de Bahçeli’nin Suriye’deki Özerk Yönetimi ve SDG’yi tehdit etmesi, özünde Kürtlerin yeni bir soykırım sisteminden geçirilmesine işarettir. Fakat Suriye’deki durumu Küresel ve bölgesel politik konjonktür üzerinden okuduğumuzda, Rojava ve Suriye’ye olası bir operasyon yapmak isteyenler, Türkiye’yi elinden kaybederler. Böyle bir hesap ve planın bedeli, Türkiye için ağır olacağı kaçınılmazdır. Türkiye, Ortadoğu’da Amerika, İsrail ve Fransa’nın da aktör olduğunu unutmuş durumda. Bu güçlerin hakimiyeti ışığında İran, Hizbullah ve Hamas Ortadoğu için bir müdahale olduğu görüldüğünde, teker teker tasfiye edildiler. Ortadoğu tam bir cadı kazanı durumuna getirildi. Bahçeli’nin tehdit diliyle, Ankara ve Şam’ın SDG’ye olası ortak operasyonu, bölgede hegemonik güç haline gelen İsrail’in İran’a olası saldırısı ve Lübnan’daki durumlar Ortadoğu’da yeni bir savaşın sinyalini verecek gibi duruyor. Türk devlet aklı ise, Efrîn, Girê Spî, Serêkaniye’yi işgal ettiği dönemin konjonktürüne göre hareket ediyor. Fakat 15 bine yakın şehidi olan Kuzey ve Doğu Suriye halkı, Halklar Önderi Öcalan’ın “Suriye ve Rojava kırmızı çizgimdir. Benim için orası ayrıdır” talimatını 14 yıldır büyük bedeller vererek, uyguluyor.
Suriye’deki durumla paralel olarak devam eden sürecin gidişatına gelince; Adına Barış ve Demokratik toplum süreci denildiği Türkiye’de, PKK’nin feshi, bir grup gerillanın silahları yakma töreni ve Halklar Önderi Öcalan’ın iyi niyet çabalarına baktığımızda, süreç başından itibaren tek yanlı yürüdü. Türkiye tarafından hiçbir adım atılmadı. Toplumsal baskının sonucu olarak mecliste kurulan komisyon, barış ve demokratik toplum süreci için bir girişimdi. Fakat hem ağır aksak, zamana oynayan hem de sorunu 100 yıllık sorun olarak ele almayıp, “PKK terörünün” bitirilmesi ve silahların etkisizleştirilmesi yönünde ele alan bir komisyon gerçekliği söz konusu. Yani sorunu 50 yıllık sorun olarak ele alıp tanımlıyor. Bundan dolayı, Erdoğan ve AKP hükümetinin güvensiz yaklaşımı ve ikili politikası (Türkiye ve Suriye) komisyonun zamana oynayan ve asli gündeme girmeyen tutumu, DEM Parti ve CHP kanadında bir tercihe gidilmesi an meselesidir. Eğer DEM Parti ve CHP komisyondan çekiliyoruz derse, o zaman Türkiye’nin seçime gitmesi kaçınılmaz olur. Akabinde bu durumun yaratacağı zincirleme reaksiyonlar, MHP’yi de tavır değişikliğine itecek. Tutum net olursa, çözüm sürecini yürütecek hükümet seçimle belirlenir.
Her ne kadar seçim olma ihtimali yorumlar arasında yerini alsa dahi, her şeyden önce kilitlenen savaş ve çözümün anahtarı Halklar Önderi Öcalan’ın elindedir. Bu tarihi kördüğüm ve yüz yıldır çözülmeyen Kürt sorununun önünü açan Önder Öcalan’ın çözüm perspektifleri, sadece Türkiye’yi değil, Irak, İran ve Suriye ile tüm Ortadoğu’yu etkileyecek bir durumdadır. Fakat siyasi iktidar ve devlet aklı, savaştan rant devşirenlerle birlikte hareket edip, çözümü siyasi soykırım operasyonlarında ve savaşta görerek, devam eden sürecin akamete uğraması için Suriye’de Kürtlere karşı ortak operasyon tehditleri savuruyor.
Hitler’in Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels, “Devletin tüm gücünü, yalanın amansız düşmanı olan gerçek için ortaya çıkan muhalefeti önlemeye kullanması, son derece önemlidir. Bu yüzden muhalefet yayıldıkça, gerçek, devletin en büyük düşmanı olur” der. Erdoğan ve siyasi iktidar Goebbels’in yöntemine öykünerek, Türkiye siyasetini bir araya getirip bu süreci beraber örmek yerine, tersine içte muhalefeti ezip, tasfiye ediyor. Türkiye’nin birinci partisi konumuna gelen CHP’nin kazandığı belediyelere kayyum atıyor, belediye başkanlarını tutukluyor, yargı sistemine dilediği gibi yön verip, CHP’nin İstanbul il kongresini iptal ederek, kayyum atıyor. Erdoğan ve AKP hükümeti, Türkiye’nin yaşadığı sıkışmışlığı ve zor durumu aşmayı ve ülkenin geleceğini güvence altına almayı düşünmüyor. Sadece kendi iktidar çıkarlarını ve onu garantilemeyi düşünüyor.
Türk devleti çözümü hep savaşta görüyor. Savaşla derinleşen bu çözümsüzlük, Türkiye ve Kürdistan halklarında savaş ve yıkımla geçen yıllar, hep kaybettirdi. Dolayısıyla, bir barış ve savaş düalizmidir içinden geçtiğimiz süreç. Gerçek bir demokratik barışın yolu, demokrasi ve özgürlük isteyen halkların savaş tüccarlarına karşı ayaklanmasıdır. Milyonlar harekete geçerse, devlet içerisindeki derin odakların, savaştan rant sağlayanların bu süreci bozacak girişimleri ve darbeleri boşa çıkarılacaktır. “Önce beklentiyi artır, sonra normalleştir, daha sonra aşağı indir” pratiği uygulanıyor. Bu pratik İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin pratiğidir. Şimdi ise Neo ittihatçılar yani AKP ve şürekaları bu pratiği uyguluyor. Bu süreci halkların özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde “ideolojik ayağa kalkış süreci” ya da “ideolojik hamle süreci” olarak ele almak, en doğru yaklaşımdır. Kürtler, ideolojik perspektif, örgütsel kültür ve düzey ile toplumsal bilinç açısından devasa bir geçmişe sahip ve her koşulda zoru başaran bir gelenek haline geldi. Artık karanlık dehlizlerde kaybettirilme girişimlerine karşı, doğru politika yapmayı ve pusulayı sağlamlaştırmıştır.
Türkiye’deki Kürtlere kardeşlik hukukuyla, Suriye’deki Kürtlere düşmanlık hukukuyla yaklaşıyor. Tüm bu politikaların karşısında, Kim barış istemez? Kim süreç karşıtıdır? Kim kaos ve kaotik durumdan beslenir? Kim savaş çığırtkanlığı yapar? Kim toplumsal çürümenin ve yozlaşmanın devam edilmesi için uğraşır? Kim Kürtlerin statüsünü ve özerkliğini kabul etmez? Kim barış ve Demokratik Toplum sürecine samimi yaklaşmaz? gibi daha birçok sıralayacağımız sorular ve kaygılar var. Erdoğan ve siyasi iktidar ülkeyi felakete sürüklediği ve bu soruların cevabının bir pratik gücü olduğu tartışılmazdır.
Eğer gerçekten de Türkiye ve Kürdistan topraklarına barışın gelmesi isteniyorsa, o zaman Suriye ve Rojava’ya saldırı planlamalarından ve tehditlerden vazgeçilmelidir. Çünkü Barış ve Demokratik toplum sürecinin en önemli ayağı ve öznesi Suriye ve Rojava’dır.