Esad’ın işkence merkezinde 3 yıl kalan Oğuz Yüzgeç ve Sercan Üstündaş, gazetemize konuştu
- Rojava Devrimi, devrimsizliğe mahkûm edilmek istenen bir dünyada devrimlerin hala mümkün olduğunu göstermiştir. Devrimin beklenen bir şey değil bilinçli insanın bilinçli eylemi ile yapılması gereken bir hareket olduğunu hatırlatmıştır
- Söylediklerim maksadını aşmasın ama Suriye hapishaneleri ancak Vietnam’daki Saygon zindanları ve Nazilerin faşist esir kamplarının mantığı ile tam olarak anlaşılabilir. Çünkü buralar kelimenin gerçek manasıyla savaş merkezleridir
- Günlük olarak her 10 kişi için 1 haşlanmış patates ve birkaç zeytin veriliyordu. Hiç abartmadan söyleyebilirim ki tırnaklarımızın arasına bile bitler giriyordu. Yemek, banyo ve tuvalet için aynı plastik leğen kullanılmak zorundaydı
Deniz Bakır
Suriye iç savaşı, sadece bir bölge çatışması değil; aynı zamanda farklı halkların ve devrimci hareketlerin hayatta kalma, örgütlenme ve mücadele sınavıdır. Bu savaşın en karanlık mekânlarından biri, Şam’daki Filistin 235 Şubesi Hapishanesi’dir. Burada, dünyanın gözünden uzak, binlerce insan sistematik işkence ve tecrit altında tutuldu, öldürüldü ve kaybedildi.
Oğuz Yüzgeç ve Sercan Üstündaş, 3 yılını bu hapishanede geçirdi. Rojava Devrimi’ni savunmak için Rojava’ya gelen iki enternasyonalist genç sosyalist birçok insan için hayal bile edilemeyecek, bizim Amed ve Mamak 12 Eylül anlatıları ile hafızalarımıza kazınan türden yıllar geçirdi Esad rejiminin hapishanelerinde.
Bu söyleşide, Oğuz ve Sercan yalnızca yaşadıkları işkenceleri anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda hapishane deneyiminin kişisel ve siyasal bağlamını, gözlemlerini de paylaşıyor. Zindanların karanlığı ile devrimin ışığı arasında kurdukları köprü hem hayatta kalmanın hem de idealleri savunmanın ne anlama geldiğini gösteriyor.
- Öncelikle geçmiş olsun dileklerimi ileterek başlamak istiyorum. Son yılların bölgesel ve küresel siyasetinin temel kördüğümlerinden biri olan Suriye savaşının en özgün kesitlerinden birinin parçası oldunuz. Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?
Sercan: Sosyalist-devrimci fikirler ile tanışmam ve örgütlü mücadelem çocuk bir işçiyken Ankara Tuzluçayır’da başladı. 19 yaşımda tutuklandım. 2,5 yıl Sincan F Tipi Hapishanesi’nde tutuklu kaldım. Tahliyemden sonra sosyalist mücadeleye ve HDK-HDP kuruluş süreçlerine dahil oldum. Gezi-Haziran Ayaklanması’na katıldığım için İzmir’de tekrar tutuklandım. Daha sonraki süreçlerde de gözaltı ve tutuklama saldırılarından payıma düşeni aldım. Hepsini toplarsak Türkiye hapishanelerinde 5 yıl geçirdim. Aslında Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da faşizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele yürüten her genç gibi bir ayağım zindanlarda, bir ayağım sokaklardaydı. Ta ki Rojava Devrimi beni mıknatıs gibi kendisine çekene kadar…
Rojava’da gerçekleşen devrimin IŞİD çeteleri eliyle boğulmak istenmesine uzaktan seyirci kalmak istemememin beni buraya getiren adımı attırdığını belirtebilirim. Tabii burayı savunma isteğimin temeli Rojava Devrimi’nin halkçı, demokratik ve kadın özgürlükçü paradigmasının Ortadoğu devriminin kaldıracı olacağına inancımdır. Hala bu inanca tutunuyorum. Rojava, bölge devrimimizin merkezidir. Bu merkezde bir nokta kadar yer tutabilmek için yollara düşenlerden sadece biriyim.
Oğuz: Sanıyorum kendimi tanıtmanın en doğru biçimi parçası olduğumuz kuşağı tanımlamaktır. Bizim kişisel hikâyemizi, bir kuşağın hikâyesi olarak değerlendirmek daha doğru olur. Çünkü bizler tarihin daha hızlı akmaya başladığı özgün bir kesitte, bu tarihin içerisinde yer alan, gençlik hareketinin yükseliş döneminin içinde bulunan, Gezi İsyanı ve Rojava Devrimi ile politik arayışları güçlenen Türkiyeli bir gençlik kuşağının parçalarıyız. Türkiyeli diyorum çünkü Kürt gençleri, bizim deneyimlediğimiz yolları on yıllar önce yürümüş bulunuyorlardı.
Ve bahsetmiş olduğum Türkiyeli devrimci gençlik kuşağı, bu tarihsel akış içerisinde Rojava Devrimi’nin özgün bir yer tuttuğunu düşünüyor ve bu devrimin başta Türkiye olmak üzere bölgesel ölçekte devrimci gelişmeler yaratabileceğine kesin olarak inanmış bulunuyordu.
Bu yüzden Türkiyeli bir devrimci gençlik kuşağı kendi devrimci yollarını Kürt halkının Rojava’da yazmakta olduğu tarihle bütünleştirmeye karar verdiler. İşte ben ve daha doğrusu biz, bu amaçla mücadele içerisinde yolları Rojava ile kesişen büyük bir topluluğun parçasıyız. Ve açık ki bu devrime yaşamları ve hayatlarıyla büyük emekler verenlerin arkasından geliyoruz.
- Türkiyeli enternasyonalist sosyalist genç devrimciler olarak yaşadığınız ve parçası olduğunuz Rojava devriminin sizde yarattığı dönüşümü ifade etmeniz gerekirse ne söylersiniz?
Sercan: Türkiye’de sistemin içinde sistemi yıkmak için verilen mücadelenin bir parçasıydık. Yalnızca devletin karakol-adliye-hapishane saldırısı değil siyasi-ideolojik kuşatılmışlık ile de mücadele ediyorduk. Kendine özgü zorlukları ve yöntemleri vardı. Rojava’da ise dahil olduğumuz süreç daha yalın ve daha keskindi. Halkın ellerine silahlarını aldığı ve cephelerde düşman kuvvetleri ile karşı karşıya savaştığı ve bir yandan da özerklik kurumlarının inşa edildiği bir coğrafyaya dahil oluşumuzdan bahsediyoruz. Bunu sadece bir savaş ortamına dahil olmak değil, bilinçlenmiş-örgütlenmiş-silahlanmış bir halkın safına geçiş ve onlarla bütünleşme olarak da ifade edebiliriz. Çocuk yaşlardaki savaşçıların cansız bedenini taşımak, alnımıza dokunan anaların öpücüklerini hissetmek, bizim için ölen silah arkadaşlarımızı defnetmek, kadın ordusunun görkemi ve yıkıcılığını görmek…
İlk hissim, İzmir’den çıkıp geldiğim Rojava’da paralel bir evrene geçiş yaptığıma dair hissettiğim coşkudur. Eğer Rojava bende ne değişiklik yarattı diye düşünecek olursam… Bir halkın acılarına son verenlerin arasında olmanın ve devrimin parçası olduğumun yüksek sorumluluğu ve bilincidir. Artık Amedli, Ankaralı olduğum kadar kendimi Rojavalı hissetmem de bundandır.
- Rojava devriminin enternasyonalist anlamı ve Türkiye başta olmak üzere dünya halklarına söylediği şey nedir sizce?
Oğuz: Elbette ki Rojava Devrimi’nin tarihsel ve siyasal anlamına dair birçok şey söylenebilir, söylendi de. Bu yüzden tekrara düşmemek adına bu devrimin özgün bir yanı üzerinde durmak istiyorum. Rojava Devrimi, devrimsizliğe mahkûm edilmek istenen bir dünyada devrimlerin hala mümkün olduğunu göstermiştir. Devrimin beklenen bir şey değil bilinçli insanın bilinçli eylemi ile yapılması gereken bir hareket olduğunu hatırlatmıştır. Sosyalizm deneyimlerinin bütün ağırlığıyla tarihin üzerine çöktüğü, devrimin yalnızca ilerici insanlık için değil bunun mücadelesini yürüten devrimciler için bile muğlaklaştığı bir zamanda gerçekleşmiştir bütün bunlar.
Buradan yola çıkarsak devrim, kapitalist saldırganlığın altında çığlıklar atan bu dünyada ezilenler adına bir varlık alanı oluşturma meselesidir. Tarihsel tanıklığımız olmasa bilse Vietnam’ın, İspanya İç Savaşı’nın, Ekim Devrimi’nin adını duyduğumuzda yüreklerimizi dalgalandıran şey Rojava’da mevcuttur. İsmi ve bayrağı nasıl olursa olsun dünyadaki her devrimci için ayaklarını özgürce basabileceği bir kara parçasıdır Rojava. Bizim büyük tarihimizin parçasıdır. Elbette ki bu devrimin niteliği, başardıkları ve başaramadıkları üzerine tartışmak mümkündür. Ama Rojava Devrimi’nin tarihten silinemeyecek olan enternasyonalist anlamdaki en büyük kazanımını burada aramak gerekir. Birbirlerine hiç benzemeyen sosyalist akımlara mensup yüzlerce enternasyonal devrimcinin Rojava’yı savunmak adına hayatlarını feda etmesi bu tespiti doğrular.
Türkiye’den bakıldığında ise Rojava’nın yalnızca mücadele edenler için değil egemenler için de en önemli gündemlerin başında geldiği görülüyor. Rojava’nın kazanımlarını yok etmek için her türlü askeri ve siyasi saldırganlık devam ediyor. Yani Rojava, tek başına bir Ortadoğu-Suriye meselesi değildir. Aksine Rojava’nın, Amed’in ve İstanbul’un gündemi olduğuna defalarca tanık olduk. Elbette ki Rojava’nın niteliğine ilişkin sosyalistler içerisinde bir dizi farklı görüş var. Lakin tüm bu görüş farklılıklarına rağmen şu hatırlatmayı yapmak isterim. Hani denir ya “fitne zamanında hak yolunu bulmak isteyen düşman oklarını takip etsin” diye. İşte bugün bu oklar Rojava’nın üzerindedir ve sadece bu yüzden bile dayanışmayı sonuna kadar hak etmektedir.
- Devrim halkta ne tür değişimler yarattı? Somut gözlemleriniz neler? Aklınızda kalan ve unutamadığınız özel örnekler varsa paylaşır mısınız?
Sercan: Arap milliyetçiliğinin en ceberrut biçimi olan BAAS iktidarına karşı gelişen ve sonrasında IŞİD-El Nusra-ÖSO çetelerine karşı direnişlerle varlık hakkını kazanan devrimin özü öncelikle elbetteki Kürt ulusal kurtuluşudur. Bunun halka yansıması, kendine ait hissetmediği, onu sömüren, katleden, hapseden ve asimile eden devletten kurtuluşun coşkusu ve özgürlüğün bilinciydi.
Eski yıllarda rejim askerlerini gördüklerinde evlerine kaçan halkımız, şimdi sokaklarda yürüyen QSD ve YPJ savaşçılarına gururla bakıyor, evine davet ediyor. Ben değişimi, evlerine davet edildiğim ve şekerli çaylarını yudumladığım halkımızın bize güveninde görüyorum. BAAS sömürgeciliği ve çetelerin işgalciliği korku ile var oldu. Halkın o korkudan artık kurtulmuş olması en büyük değişimlerden biridir.
Askeri başarılar ile birlikte eşgüdümlü giden özerklik sisteminin kuruluşu, eşbaşkanlık, komünlerin inşası ve kooperatif denemeleri de gösterdi ki Rojava artık kendine has bir ülke ve halk, bu gerçekliği kendi elleri ile inşa etti.
Burada göze çarpan bir diğer maddi gerçeklik Rojava’nın bir kadın ülkesi olduğudur. Savaşın dayattığı zorunluluklar aslında birçok ideolojik-siyasi tavizler vermenin gerekçesi sayılabilirdi. Ama benim gördüğüm şudur ki devrimin ilkeleri zorunluluklara ezdirilmedi. Rojava Kadın Devrimi fikrinin somut doğal sonucu Kadın Ülkesi’dir. Dillendirildiğine şahit olmadım ama ordu, yönetim ve komünlerin toplamına baktığımda benim gördüğüm Rojava’nın bir kadın ülkesi olduğudur.
- Sizin hikayenizin çarpıcı bölümlerinden birine girelim isterseniz? Esad’ın işkence merkezlerinde kaldınız? Ne zaman ve nasıl yakalandınız? Pusuya düşürülerek yakalandığınızda ne düşündünüz?
Sercan: Rejim askerleri bizi fark ettiğinde, bizi teslim almak ve korkutmak için aracımızın üzerine doğru AK-47 ile bir şarjör boşalttı. Ancak taşlı ve kötü bir yolda olduğumuz için hızımızı alamadık. Arkamızdan gelip aracın lastiklerini taradılar ve Halep’in tozu toprağı içinde savrulduk. Arapça bilmemenin ilk andan itibaren dayağını ve küfrünü fazlasıyla yedik. Bizim Suriyeli olmadığımızı anlayan her birim bizi bir üst kuruma döve döve teslim etti. Bu teslim kararlarında tercümansızdık ve ne yazıldığını bilmediğimiz kağıtlara zorla parmak bastırıldık.
Filistin Şubesi’ne ilk götürüldüğümüzde avukat istedik ama bunun mümkün olmadığını yediğimiz dayak ile anlamış olduk. Çok fazla girişimimiz oldu ama bize ne yapacaklarına dair hiçbir cevap alamadık. Hücrelerden çıkarılıp koğuşlara götürüldüğümüzde orada bizim gibi Suriyeli olmayanlara uygulanan prosedürü öğrenmiş olduk. Ölmemizi bekledikleri bir kuyuya atılmış durumdaydık. Ne dışarıya haber iletmemiz ne de dışarıdan birilerinin bizi görmesinin imkânı yoktu. Benim yan koğuşlardan birinde kalan PKK’li bir arkadaşa işkence yaptıklarında, çığlıklarından varlığını anlamış olmuştum. Onun da benim varlığımdan haberdar olması için falaka altında Arapça “Ene Kurdî” diye bağırdım. İlginç bir iletişim biçimiydi.

Benden çok daha uzun yıllar o yeraltı hücrelerinde yatanların varlığını öğrendikçe ancak ölürsem oradan çıkacağıma olan fikrim gelişmişti. Son sorguma getirilen tercüman kafama vura vura “ya bildiklerini anlatır ve şubemize çalışırsın ya da buradan ölün çıkar” sözlerinden sonra kötümserliklerim arttı. Ama koşullar ne kadar zor ve belirsizlik ne kadar kara olsa da umudumu kaybetmedim ve bir gün çıkacağıma inandım.
Oğuz: 2022 yılının ilk günlerinde BAAS istihbaratı olan Muhaberat’a tutsak düştük ve üç yıl sonra aynı tarihlerde Rojava’ya dönebildik. Tutuklandığımız ilk gece Halep’te bulunan istihbarat merkezine götürüldük. Açıkçası neler olabileceğine dair pek bir öngörümüz de yoktu. Arapça da bilmediğimiz için konuşulanları ve söylenenleri de anlamıyorduk. Ama ilk andan itibaren karşı tarafın sertliğine bakarak zor bir sürecin bizi beklediği görülüyordu.
Halep’teki sorgu merkezine geldiğimizde duvarda asılı bulunan bir Filistin bayrağının önünde gözlerimizi bağladılar ve tek kişilik hücrelere atıldık. Özellikle söyleyebilirim ki bu an benim için çok çarpıcı oldu. Özgürlüğüne büyük bir bağlılık hissettiğim Filistin bayrağının önünde gözlerimin bağlanması canımı acıttığı gibi Ortadoğu’daki karmaşık siyasi durumun da özeti gibiydi. Ancak kesin olan şuydu ki, karşımızdaki güç fiili olarak savaşamıyor olsa da Rojava Devrimi’ni düşman olarak görüyordu. Kaldı ki BAAS rejiminin hışmını üzerinize çekmek için karşısına geçmeniz gerekmiyor, bu rejim kendisi ile çelişkili gördüğü hemen herkese karşı aynı yöntemlere başvuruyor.
Bu bakımdan Suriye zindanlarında siyasi tutsaklık statüsünden bahsedemeyiz. Oradaki konumumuz açık bir “savaş esiri” konumuydu. Her şey, günün 24 saati bu esirlik statüsünü sürdürmek üzerine inşa edilmişti. Bu öylesine bir kuralsızlık ve ölüm demekti ki, sadece ben 3 sene içerisinde kendi kaldığım koğuştan 7 insanın cenazesini çıkarmak zorunda kaldım. Gardiyanlar cenazeleri almaya bile gelmiyor, çöp dökme saatini beklememizi söylüyorlardı. Yaşadığımız fiziki ve psikolojik işkenceleri henüz anlatmıyorum bile.
Söylediklerim maksadını aşmasın ama Suriye hapishaneleri ancak Vietnam’daki Saygon zindanları ve Nazilerin faşist esir kamplarının mantığı ile tam olarak anlaşılabilir. Çünkü buralar kelimenin gerçek manasıyla savaş merkezleridir. Ve savaşın bütün kuralsızlığı ile tutuklulara her türlü işkence uygulanmaktadır.
- İlk sorgulama süreciniz başlamadan önceki bekleyişte neler düşündünüz?
Sercan: Şöyle bir fırsatımız oldu. İlk yakalandığımızda Halep’teki Askeri İstihbarat Merkezi’nde birbirimizi görebiliyorduk. Orada bize ne tür sorular soracaklarını ve ne tür cevaplar vermemiz gerektiği konusunda saatlerce süren tekrarlar yaptık. Rejimin bize sorabileceği yüzlerce soruyu düşündük ve cevaplarımızı ortaklaştırdık. Zaten genelde ne söyleyeceğimiz konusunda nettik. Rojava Devrimi’ni savunduğumuzu, IŞİD’e karşı mücadele eden Kürt halkının yanında durduğumuzu saklamaya gerek duymadık. Rojava’ya dair bize sorular soracaklarını ve isimler, adresler, sırlarımızı öğrenmeye çalışacaklarını tahmin ettik.
Sorgulamamız başlamadan işkence başladı. Arapça bilmediğimiz için neden işkence gördüğümüzü de anlamıyorduk. Mesela ben oranın komutanı hücreye girdiğinde ayağa kalkmadığım için falakaya yatırıldığımı aylar sonra Arapça öğrendikten sonra anladım. İlk yakalandığımızda Esad rejimi devrilinceye kadar esir kalacağımızı düşünmemiştim tabi. Hatta bunu HTŞ’liler kapımızı kırana kadar da düşünmüyordum.
- Filistin 235 Şubesi tutsaklık hikayenizde özel bir yer tutuyor sanırım. Filistin 235. Şube nasıl bir yerdi? Oraya getirilişinizi ve orada yaşadıklarınızı anlatır mısınız?
Oğuz: Biz ilk olarak bir hafta Halep’teki istihbarat merkezinde kaldık. Karşılaştığım ilk manzaranın karşısında “İşte benim 12 Eylül sınavım” diye düşünüyordum. Çünkü yaşadıklarım ancak 12 Eylül anlatılarından bildiğimiz şeylerdi. İçerisinde farelerin gezdiği ve lağım sularının aktığı tek kişilik hücrelerde kalıyor ve sorgulanıyorduk. Şansımız o ki, Halep’te sınırlı da olsa Sercan ile birbirimizi görebiliyorduk. Ancak Halep’teki sorgulama ve işkence fazla derinleşmiyor, muhaberat askerleri kaba dayakla yetinirken sizin icabınıza “Filistin Şubesi’nde bakacaklar” diyorlardı.
Şubeye girdiğimiz ilk andan itibaren muhaberat askerleri nereye geldiğimizi bize hatırlatıyorlardı. Dayak ve işkenceli bir aramanın ardından, üstü tellerle kapatılmış bir havalandırmada beklemeye alındık. Yağmur altındaki uzun bekleyiş, onlar için bir işkence ve sindirme yöntemi iken bizim için bir umut anına dönüştü. Çünkü beklediğimiz havalandırmanın kapısına Türkçe ve Kürtçe direniş sloganları yazılmıştı. O demir kapının üzerinde “PKK, Berxwedan, YPG, Kürdistan” yazılarını görünce yalnız olmadığımızı hissetmek tarifi imkânsız bir güç vermişti.
Yağmur altındaki uzun bekleyişin ardından kollarımıza Arapça rakamlar yazdılar ve tekli hücrelerimize götürüldük. Bu hücrelerin büyüklüğü enine ve boyuna 2’şer metreydi, neredeyse hiç ışık almıyordu ve başka hücrelerle iletişim kurmak kesin olarak cezalandırılıyordu. Sorgulama süreci olarak ifade edebileceğimiz 6 ay boyunca bu hücrelerde kaldık.
Hücrede, koğuşta ve sorguda farklılaşan işkence yöntemleri vardı. Sorguda bizi itirafçı yapmaya çalışıyor, BAAS rejimi ile işbirliğine zorluyorlardı. Elektrik, falaka, Filistin askısı, demir çubuklarla vurma, lastik içerisinde uygulanan ve adına dolap dedikleri özgün bir yöntemle dövme ve soğuk su dökerek ayakta bekletme sorguda en sık kullanılan yöntemlerdi.
Hücrede ise işkence biçim değiştiriyordu. Ses çıkartmanın her türlüsü yasaktı ve dövülmeniz için yeterliydi. İstediğiniz gibi uyuyamıyor, her 2 saatte bir asker tarafından yoklamaya tabi tutuluyordunuz. Tuvalet ihtiyacı ise 1 dakikadan günde 2 sefer karşılanıyordu ve tuvalete gidişlerde koridor boyunca askerler tarafından dövülüyordunuz.
Koğuşlar ise işkencenin günlük hayata en çok sirayet ettiği yerlerdi. Işık almayan 30 metrekarelik hücrelerde 100’e yakın insan birlikte kalmak zorundaydık. Günlük olarak her 10 kişi için 1 haşlanmış patates ve birkaç zeytin veriliyordu. Hiç abartmadan söyleyebilirim ki tırnaklarımızın arasına bile bitler giriyordu. Yemek, banyo ve tuvalet için aynı plastik leğen kullanılmak zorundaydı. Sırt üstü uyumak, ses çıkarmak, hastalanmak da diğer yasaklar arasındaydı.
2’nci bölümü yarın yayımlanacak.









