AKP, uluslararası hukuku hiçe sayarak Kuzey Suriye’ye başlattığı saldırıyla içerideki hızlı itibar kaybını örtmeyi amaçladı. HDP dışındaki muhalefeti hizaya getirerek kısmen de başarılı oldu. Ancak tereyağı yerine silaha yapılan yatırımın ağır sonuçları oldu/olacak
AKP hükümeti, Cerablus, İdlib ve Afrin’den sonra bu kez de Kuzey Doğu Suriye bölgesine savaş açtı. Bütün dengeleri yerinden oynatan savaşın gerekçesi: “Güney sınırımızda oluşturulmaya çalışılan terör koridorunu yok etmek ve bölgeye barış ve huzuru getirmek.” Ankara’nın “terör koridoru” dediği yer yani Rojava, ABD başta olmak üzere Uluslararası Koalisyon Güçleri’nin bulunduğu bölgenin adı. Aynı zamanda Demokratik Suriye Güçleri’yle birlikte IŞİD’e karşı ortak operasyon kararlarının da alındığı Suriye’nin kuzey doğusu. Son birkaç yıldır Suriye’nin en güvenli bölgesi… Bu tablo, Türkiye’nin neden Rojava’ya savaş açtığı, BM, ABD ve Rusya’nın da neden yeşil ışık yaktığı sorusunu gündeme getiriyor. Savaş deyince Prusyalı general Carl Phillip Gottfried von Clausewitz’in onu meşhur eden sözü akla geliyor: “Savaş siyasetin başka araçlarla devamından ibarettir.” Yani savaş, siyasetin zor yöntemiyle devamından başka bir şey değil. Dolayısıyla savaşları oluşturan ana saikler orduların yapılarında değil ama uluslararası siyasetin entrikaları ve çatışmalarında vardır, Biz buna ulusların kendi içindeki politik entrika ve çatışmalarını da ekleyelim.
Esas gerekçe ne?
En bariz örneğini, BM başta olmak üzere Suriye’nin toprak bütünlüğü vurgusu yapan kararlarına rağmen Suriye topraklarında yürütülen savaş oluşturuyor. Suriyeliler hariç herkesin bu topraklarda cirit oynatma hakkını kendinde gördüğü bu savaşın genel seyri içinde, insan hakları kisvesi altında ortaya konan pratikleri en iyi anlatacak ifade aynı zamanda. Ortadoğu’da paylaşım savaşı yürüten güçlerin, Suriye’deki dinamikler ve suni oluşumlar üzerinden birbirini alt etme hamleleri bu kez Rojava üzerinden hayata geçiriliyor gibi. Bir tek saldırı ve bir tek onay olmamasına karşın Türkiye’nin Suriye’nin kuzey doğusunu vurmasına yol açan neden ne? Gerçekten YPG’nin tehdit oluşturması mı? En son Almanya’nın gayri resmi kuruluş olan Almanya Federal Meclis Bilimsel Hizmetler Dairesi’nin hazırladığı bir rapor, Türkiye’nin ortaya koyduğu argümanların ikna edici olmadığını “Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının uluslararası hukuk açısından işgal kriterlerini karşıladığı” içeren bir rapor yayınladı.
Dışı da içi de yakıyor
Rojava’ya yönelik savaşın, şimdiye kadarki Suriye senaryolarında öngörülmeyen bir durum olarak bütün dengeleri alt üst ettiği, AB başta olmak üzere, ABD, Arap ülkeleri, Çin ve Rusya ile son olarak da Suriye’den gelen tepkilerin dozajıyla da doğrulanıyor. Bu dosya, Trump ve Putin’in Erdoğan’a neden yeşil ışık yaktığı meselesinden ziyade Türkiye’nin savaş kararının nedenleri ve olası etkilerine, en çok da ekonomik etkilerine odaklanacak. Ama öncelikle Türkiye’nin bu dengeleri değiştirmesine yol açan kararının altında neler var? Birincisi Suriye’nin İdlib kentinde değişmeye başlayan dengeler. Rusya ve Suriye’nin Türkiye’nin bütün karşı çıkmasına karşın, paramiliter güçlere karşı başlattığı savaş. Rusya ve İran’ın yaklaşımları, Şam yönetiminin burnunun dibindeki tehdidin yukarı çeperlere taşınmasını benimsemiş gözüküyor. Böylece dikkatler Rojava’ya çevrilmişken, İdlib’i Şam’ın denetimine geçirmek. ABD’yi bölgeden çıkmaya zorlamak. Kürtleri Şam’ın isteklerine boyun eğdirmek. Nitekim, Ankara’da İran ve Rusya ile gerçekleşen toplantıda, ‘Demokratik özerkliği kabul etmiyoruz’ şeklindeki hem fikirlilik buna işaret ediyor.
İdlib’e karşı Rojava
Ankara yönetimi, böylece aslında başından bu yana peşinde olduğu fırsatı ve zemini yakalamış oldu. Şimdiye kadar Trump ve Putin yönetimi arasında izlediği zikzak yöntemiyle istediğini elde eden Erdoğan yönetimi açısında bulunmaz bir kurtuluş reçetesi niteliğinde. Sadece uluslararası konjonktürün yol açtığı ekonomik, politik kırılganlık ve kurşuni ağırlıktaki hava değil, ülke içinde daha kırılgan bir tablo da buna zorluyor. Türkiye, bir yıldan beri ciddi bir ekonomik krizin içinde. 17 yıllık iktidar yapısında bölünme yaşanıyor. Siyaseten ciddi bir itibar kaybı görünür olmaya başladı. Son yerel seçimde en büyük metropol kentlerini kaybetti. İstanbul seçimlerini iptal ve kayyum atama kararlarıyla toplumda ciddi bir endişe yaratmış olarak, MHP destekli AKP’nin oyları yüzde 35’e gerilemiş bulunuyor. Ve buna Türkiye’nin tehdit olarak gördüğü Kürdi oluşumları bertaraf etme ve Osmanlı rüyasını gerçekleştirmeyi de ekleyelim.
Denize düşen yılana sarılır!
Yukarıda sayılan olumsuzlukların tümüne en iyi cevap olarak görüldüğü için bir kez daha savaş, politikanın zor araçlarıyla devamı olarak sahaya sürüldü. Bir başka deyişle, “AKP rejimi, ‘fetih’ konusunda seçmeninin önemli bir kısmını Kürtlerin oluşturduğu Halkların Demokratik Partisi (HDP) dışındaki muhalefet partilerinin desteğini almış olduğu için, yerel seçimlerde ekonomik nedenlerle uğradığı seçim hezimetini ‘fetih’ ile telafi edebileceğini umuyor.” (Ekonomist Mustafa Sönmez. Al Monitör)
Tereyağı yerine silah
Hızlı bir itibar kaybının ancak böylesi bir savaşla örtülebileceği hesabı şimdilik tutmuş durumda. Muhalefeti sustururken, kendisine yönelik yıpratmayı buzdolabına attı bile. Ülkede esen milliyetçi ve militarist hava bunu doğruluyor. Genel olarak savaşın ekonomi politiği denince ilk akla gelen iki nokta, savaşın iktisadi sebepleri ve savaşın iktisadi sonuçlarıdır. Bu durumu en iyi özetleyen Paul Samuelson’un meşhur silah ve tereyağı örneği olsa gerek. Kavram, bir ülkenin kıt kaynaklarını silah üretimine mi, yoksa tüketim malları imalatına mı ayıracağının kararını analiz etmede kullanılmakta. “En bilinen kullanıcıları Nazi Almanya’sının propaganda nazırı Joseph Goebbels ve bir diğer ünlü Nazi Hermann Göring. Goebbels 1936 kışının başında ‘Tereyağsız yapabiliriz. Ancak, sulha olan aşkımıza rağmen silahsız yapamayız. Tereyağı ile ateş edemezsiniz. Bunun için silah lazım’ derken Göring aynı yıl ‘Silahlar bizi güçlü kılar. Tereyağı ise şişmanlatır’ diyerek ona katılmıştı. Sonrası malum. (Osman Ata Ataç 14 Aralık 2016 Dünya Gazetesi.)” “Silah ve tereyağı” karşılaştırmasını hatırlatan bir ifade Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmişti. “Ne diyorlar; domates, patlıcan, patates, sivri biber… Düşünün bir merminin fiyatı nedir, düşünün” diyerek, ekonomik krizin göbeğinde patlayan fiyat artışlarına yönelik tepkilere bu şekilde yanıt vermişti.
Zamlar peş peşe sıralandı
Kısacası, AKP hükümetinin tereyağı değil, silahtan yana tercihini çoktan yaptığı ortada. Son iki yılda yapılan zamlar ve dikkat çeken hayat pahalılığı, 4.6 milyona varan resmi işsizlik, yükselen iç ve dış borç grafiği ve daha da yukarı yönlü hızlı artışlar, bu tercihin yaratıcısı ve sonucu olarak karşımızda duruyor. Aslında bu tercih yeni değil, Türkiye’nin Kürt sorununda on yıllardır izlediği temel strateji. Demokrasi yerine daha fazla güvenlik politikası, bugün içinde bulunulan tablonun da asıl yaratıcı zemini oldu. Ancak bu politikada en son kimin güleceğini önümüzdeki süreç gösterecek.
Savaşın Türkiye’ye etkileri
Suriye’ye savaş ile birlikte Türkiye cephesinde en çok konuşulan konulardan biri de ekonomisi zorda olan bir ülke olarak karşılaşacağı ekonomik sorunlar. Ekonomik krizin tam ortasında savaş kararı alan hükümet cephesinden bir çok yetkili ve hükümete yakın kuruluş, savaşın ekonomiye olumsuz bir etkisinin olmayacağı görüşünde. Hatta başarılırsa büyük bir sıçrama yapacağı iddia ediliyor. Bunlardan biri olan Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi Başkanı Arda Ermut, ‘Barış Pınarı Harekatı’nın, Türkiye’nin uzun dönem yatırım ortamına etkisinin sınırlı olduğunu söyledi: “Yatırımcılara, Türkiye’nin şu ana kadar bu tip krizlerde gösterdiği performansın bunun en büyük ispatı olduğunu söylüyoruz. Haklı davamızı daha iyi anlattıkça, aynı zamanda operasyonun pozitif sonuçları ortaya çıkmaya başladıkça, Türkiye’nin aleyhine çıkan sesler yavaş yavaş kesilecektir diye umuyorum. Bunların yatırım ortamına olası etkileriyle ilgili endişeler azalacaktır.”
Ağbal: Her şeyi öngördük
Benzer bir açıklama bir gün sonra Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanı Naci Ağbal’dan geldi. 17 Ekim günü 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi’ne ilişkin basını bilgilendirme toplantısında konuşan Ağbal, “Yürütülen operasyon dahil savunma ve güvenlik birimlerinin ihtiyacı olan her türlü kaynağı öngördük, ilave gerekirse karşılayacak gücümüz var” diyordu.
SETA kraldan daha kralcı!
Hükümete yakınlığıyla bilinen Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) ise Rojava’ya savaşı ulusal güvenliği ekonomik yapıların güçlendirmesinin bir gereği olarak savunuyor. “Orta ve uzun vadede elde edilebilecek istikrar ve refah için kısa vadede bazı maliyetlere katlanmayı göze almanız gerekebiliyor. Geçmişe nazaran Türkiye ekonomisinin şoklara karşı direnci daha güçlü. Askeri ve diplomatik başarılar elde edildikçe finansal göstergeler daha iyi seviyelere gelir.”
Gidişat böyle mi olacak?
Oysa askeri harcamalar da bir kamu harcamasıdır. Yani ya tereyağından vazgeçilecek ya silahtan. Dolayısıyla kamu harcama kalemlerinden birisi azaltılmadan (yani bütçe kalemlerinin birisinden savunma bütçesine aktarma yapılmadan) yapılan askeri harcamaları finanse etmek zordur. İşte bu tercihin sonuçlarını, askeri harcamaların GSYH’ye oranlamasında da görmek mümkün. “Türkiye 2003 yılından 2016 yılına değin askeri harcamalarını göreli olarak azaltan bir ülkeydi. 2003 yılında askeri harcamaların GSYH’ye oranı yüzde 3,9 iken, 2016 yılında bu oran yüzde 1,7’ye kadar gerilemişti”
Rakamlar ne diyor?
“Bu tercih 2017 yılından itibaren değişti. Askeri harcamalar 2017 yılından başlayarak artma eğilimine girdi.” (Ömer Faruk Çolak. 2. Şubat 2018 Dünya Gazetesi)
“Küresel Barış Endeksi’nin 2017 raporuna yer alan Türkiye’nin bu konudaki harcamasının 187 milyar 388 milyon dolar olduğu hesaplaması bunu doğruluyor. Bu açıklamalar ve raporlarda yer alan rakamlar gösteriyor ki yapılacak bir askeri harekatın ciddi bir ekonomik maliyetinin olması kaçınılmaz görülüyor. O yüzden Afrin’e operasyon yerine oda başkanlarının önerdiği müzakere ile barışçıl çözüm arayışına öncelik verilmesinde fayda vardır. Askeri çözümün ise hem ekonomik maliyeti yüksek olacaktır hem de insan zayiatı olabilecektir.” (Osman Arolat 18 Ocak 2018 Dünya Gazetesi.)
Ekonomist Ö. Faruk Çolak, Afrin’e el konulmasına atıfta bulunarak, “Bu da özellikle izlenen dış politikanın ülke ekonomisine maliyetinin somut göstergesidir diyebiliriz. Samuelson’dan yola çıkarak 2017 yılından bu yana Türkiye silahı tereyağına tercih etti diyebiliriz. Üretim faktörlerini kullanırken tercihin önemini anlattık, çünkü Suriye’ye Afrin’e yapılmakta olan operasyon ile birlikte bu harekatın ekonomi üzerindeki etkisi önem kazanmaya başladı.”
Direkt yansıyan sonuçları
Afrin savaşıyla birlikte ekonomide yaşananları satır başlarıyla hatırlarsak;
2018 yılı bütçesi ile birlikte başta kurumlar vergisi ve MTV olmak üzere farklı vergilerde oranlar arttı, gazlı içecekler üzerine ilk defa ÖTV salındı. Yani bu yolla finans kaynağı yaratılmaya çalışıldı. Borçlanma oranı yukarı çekilerek 2002 sonunda AB tanımlı merkezi yönetim kamu borç stoku 260 milyar iken, 2017 yılının sonunda borç stoku 890 milyar TL’ye yükseldi. Bir çok varlık özelleştirilerek elden çıkarıldı. Buna ek olarak bir çok kuruluş, kaynak yaratılmak amacıyla satılmak üzere Varlık Fonu’na devredildi. Suriye operasyonunun finansmanında parasal genişleme ve/veya borçlanma yoluna başvurulması sonucu olarak hem enflasyon, hem de faiz oranları yükseldi.
Bir de duvar örüldü
Suriye’deki Kürt oluşumlarının kendisi için ciddi bir tehdit kaynağı olarak göstermeyi sürdüren Ankara yönetimi, Avrupa Birliği’ne Entegre Sınır Projesi’ni kabul ettirmiş. Ne zaman? 2003’te. Neyi içeriyor bu proje? Biri 2016’dan bu yana Suriye, Irak ve İran sınırlarında devam eden duvar ve sınır güvenliği inşaatlarını; beton duvar adı verilen bu blokların yapımı ve yerine konulması… 2 metre genişliğinde, 3 metre yüksekliğinde 30 santimetre kalınlığındaki bloklar 7 ton ağırlığında. Bir de üzerine 1 metre jiletli tel var, 2016 yılında bunun için Milli Savunma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve TOKİ arasında bir protokol imzalanmış. Dönemin Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, bu duvar için revize edilen 2015’teki değerinin 8 milyar Euro olduğunu söylemişti. İşin ilginç yanı bu duvar meselesi ile sınır güvenliğinin çözüme kavuşacağı varsayılmış. Entegre Sınır Yönetim Sistemi projesi 3,7 milyar euro tahmini maliyetle 2003 yılında başlamış ve 2018 yılında tamamlanması planlanmıştı. Projeye göre, Türkiye ile Suriye arasında bulunan 911 kilometrelik sınır böyle yapılacaktı. Nitekim Kürtlerin bulunduğu kısım yapıldı. Rojava savaşıyla bu proje de çöpe gitmiş sayılabilir. Milyarlarca liradan kimin kazançlı çıktığı ise bu duvar inşaatlarının TOKİ üzerinden kimlere yaptırıldığına bakmak gerek. TOKİ’den basına yapılan bilgilendirmeye göre listede, 45’i TOKİ’nin şirketi olan Emlak Konut GYO’dan iş alan olmak üzere toplam 817 firma veya firma ortaklığı bulunuyor.
Yarın: Hava ‘kurşun’ gibi ağır. Siyaset ve silah üretim ilişkisi.