Erdoğan’ın 23 yıldır kurmaya uğraştığı otoriter rejim, bir hafta içinde yıkılma eşiğine geldi. Uzun bayram tatili ve emekliye bin lira ikramı marifetiyle muhalefetin bunaltıcı ataklarını bu devre arası düdüğünü çalarak teskin etme çabası içinde olduğu anlaşılıyor. Ama bu mola, muhalefet tarafından da rasyonel kullanılacağa benziyor: Tekrar sahaya dönüldüğünde sadece uzatma dakikaları oynanıyor olabilir. Erdoğan, polisi ve muhaberatıyla namlı ‘yıkılmaz’ Esad rejiminin birkaç gün zarfında buharlaşıvermesinden ne kadar sevinç duymuşsa bir o kadar da ders çıkarmış olsa gerekir.
Trump’ın icazeti
Saraçhane isyanı ülke çapında yaygınlaşarak sürerken, “dış güçlerle” diplomasi trafiği de yoğunlaşıyor. Aslında her şey, 16 Mart günü Trump’la yapılan bir telefon görüşmesinden sonra başlamıştı. Hemen ardından İmamoğlu’nun diploması iptal edildi ve bir gece baskınıyla gözaltına alındı. Erdoğan’ın bu hamle için Trump’tan telefonda icazet aldığı yorumları yapılıyor. Geçtiğimiz hafta, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da Washington’a “acil” bir ziyarette bulundu. ABD Dışişleri, o görüşmede Marco Rubio’nun yükselen protesto dalgasına polis ve yargı müdahaleleri hakkında kaygılarını dile getirdiğini ifade ederken Türk tarafı bunu yalanladı. Ardından, Rubio’nun basına açık bir demeç vererek bu kaygıları tekrarladığına tanık olduk.
Donald Trump’ın Rusya ve Türkiye başta olmak üzere otoriter rejimlere özel bir hayranlık beslediği biliniyor. Zaten ABD’de 2025 yılının ilk çeyreğine damga vuran gelişmeler de liberalizme karşı topyekun savaş olarak tanımlanabilir. Erdoğan’a şahsi hayranlık yanında Türkiye’yle ticaret ve daha da önemlisi Türkiye’nin coğrafi konumunun artan jeostratejik önemi, Erdoğan’la ilişkilerin iyi tutulması gereğini ortaya çıkarıyor. Suriye (HTŞ hamiliği), Filistin ve Ukrayna (Rusya’yla diyalog) başlıkları, uluslararası siyasetin başlıca gündem maddeleri olduğu gibi Amerikan yönetiminin de oldukça müdahil olduğu meseleler.
AKP yönetimiyle diplomatik ilişkileri iyi tutmanın alternatifi, Türkiye’yi gözden çıkarmak değil yönetime aday olanlarla aynı konularda anlaşma yolunda diplomatik adımlar atılmasıdır. CHP yönetimi ile Trump hükümeti arasında ne gibi temaslar olduğu konusunda bir bilgi mevcut değil. Ama bu, böyle temasların olmadığı anlamına gelmiyor.
Avrupa’nın sessizliği
ABD’nin tavrı böyleyken Avrupa’nın Saraçhane isyanı karşısında oldukça sessiz kalması dikkat çekiciydi. Avrupalı liderler, protestoculara destek bir yana, AKP yönetimini eleştiren herhangi bir beyanda bulunmaktan da geri durmaya özen gösteriyorlardı. Erdoğan hükümetiyle mülteciler anlaşması her geçen gün daha fazla önem kazanırken Saraçhane fırtınasının Ukrayna savaşında ortaya çıkan son durum karşısında TSK’nın merkezinde yer aldığı bir “Avrupa gücü” oluşturma çabalarının tam ortasında kopması Avrupa yönetimlerini anlaşılır bir tereddüde sürüklemişti.
Bu sessizliği kıran, Avrupa medyası oldu. İtalya’dan İngiltere’ye Portekiz’den Almanya’ya kadar yazılı ve görsel medya organları Türkiye’de başlayan protesto dalgasını manşetten görmeye ve geniş yer vermeye başlayınca Batı kamuoyunun ilgisi çoğaldı. Avrupalı liderlerin de ardı ardına sessizliklerini bozmaya başladıkları görüldü. Bugüne kadarki en net ve sert açıklama Fransa Cumhurbaşkanı Macron’dan gelmiş bulunuyor: “Türkiye’de özgürlüklere yönelik sistematik saldırılardan üzüntü duyuyoruz.” Almanya Başbakanı Sholtz’un da beyanlarının tonunda sertleşme hissediliyor. Devamı geleceğe benziyor.
Sonunda beklenen oldu ve Avrupa Sosyalist Partisi ve Avrupa Konseyi üyelerini temsil eden bir heyet İstanbul’a gelerek Saraçhane’deki İBB binasında İmamoğlu’nu destekleyen açıklamalarda bulundu. Bu destek ziyaretinde mülteci meselesi ve Ukrayna barış gücü konularında güvence sorusunun da gündemde olma ihtimali yüksek. CHP, iktidara gelirse en azından bu başlıklar etrafında aynı çizgiyi sürdüreceği garantisini sosyalist vekiller aracılığıyla Avrupa liderlerine iletiyor olsa gerekir.
‘Derin’ İngiltere
Medyanın etkili olduğu bir başka coğrafya da Büyük Britanya adası. Bütün medya organlarında Türkiye’deki isyanın manşet olması, Başbakan Keir Starmer ve kabinesi tarafından “kaygıyla izleniyor.” İngiliz hükümetinin sessizliği Avrupa hükümetlerinden daha derin. Suriye ve HTŞ olgusuna – muhtemelen Erdoğan yönetimi dolayımıyla – ne ölçüde dahil oldukları bilinmezliğini koruyor. İngiltere devletinin Erdoğan Türkiye’sini İslam ülkelerine model yapma fikrini de hala koruduğu yolunda emareler bulunuyor. Devletin başında merkez sol bir hükümet olması durumu değiştirmiyor.
CHP başkanı Özgür Özel’in İngiliz İşçi Partisi hükümetine sitemi tam da bu açmazı vurguluyordu. Sosyalist Enternasyonal bağlantısını vurgulayarak kardeş parti hukuku üzerinden eleştirdi. Ama CHP’nin on yıllardır Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ndeki performansına bakıldığında “hurmalar-tırmalar” özdeyişinden başka bir şey akla gelmiyor. CHP’li vekiller sistematik olarak Türkiye’deki hak ihlallerinin kınanmasına karşı oy kullanıyorlar. Çünkü kendilerini “devletin partisi” olarak görüyor ve o ihlalleri de “devletin kolektif suçu” olarak üstleniyorlar. Çünkü o ihlallerin mağdurları esas olarak Kürt halkı ve HDP’li siyasetçilerdi. Şimdi benzer ihlaller kendilerine yöneldiğinde hangi yüzle sitem etmekte oldukları sorulabilir.
Kürt öznesi ve diplomasi hakkı
İktidar ve muhalefet diplomatik hamlelerini böyle sürdürürken CHP’nin avantaj yakalamaya başlamış olduğu söylenebilir. Hatta Özgür Özel, NATO’ya bağlılık konusunda bir ifadede bulundu bile. Dikkatli gözler, bu beyanı 27 Mayıs gecesi darbeci subayların ABD Büyükelçiliği avlusuna NATO ve CENTO’ya bağlılık bildirileri bırakmalarına benzetecektir. Ama CHP’nin “dış güçlerden” iktidar icazeti ve desteği alabilmesi için Suriye ve Ukrayna meseleleri başta olmak üzere dış siyaset konularında duruşu üzerine net programatik ifadeler oluşturması gerekiyor.
Devletin dışişleriyle CHP’nin ayrı ayrı diplomasi yürütmeye başlamaları içeride netleşen “ikili iktidar” olgusunun dış siyasete yansımaları olarak görülebilir. İki hafta öncesine kadar böyle faaliyetler gayrı meşru bulunarak “vatana ihanet” damgası yiyebiliyordu. Erdoğan rejimi, bu yaftalama gücünü artık bulamıyor. Benzer şekilde Erdoğan’ın bütün söylemsel performansı ve ona eşlik eden polis ve yargı şiddetine rağmen sokak protestoları da bir türlü “terör eylemi” olarak damgalanıp gayrı meşrulaştırılamıyor.
Başkanları İngiltere’nin AKP iktidarına zımni desteğine kızarken protestocu kesimlerden de Kürtlere sitemler yükseliyor. Dem Parti’nin demokratik tepkileri destekleyen ve İmamoğlu’nun serbest bırakılmasını talep eden beyanları yetersiz bulunuyor. Kürtlerin protestolara yeterli desteği vermediği yolunda bir yargı mevcut. Bu yargının gerçeklikle ilgisi olmayan psikopatolojik nedenleri üzerine konuşmaya gerek yok. Ama şurası da bir gerçek ki Dem Parti de dahil olmak üzere “Kürt öznesi” olarak tanımlanabilecek kolektif siyasal özne, hassas ve kırılgan bir politik zemin üzerinde hareket etmek durumunda.
Suriye’den başlarsak, orada HTŞ ile yürütülen müzakerelerin çoğunun aslında Türkiye devletinin dışişleri, genelkurmayı ve MİT’i ile yapıldığı aşikâr. Öte yandan “Bahçeli süreci” de bütün muamması, sorunları ve uğradığı kesintilere rağmen bir şekilde devam ediyor. Bu ahval ve şerait içinde, Kürt öznesinin CHP ve muhalefetten gelen çağrıya “diplomatik” yaklaşması kaçınılmazdır. Bunu anlamamak Kürt kimliğinin inkârından sonra şimdi de Kürt siyasal öznesinin inkârı anlamına geliyor.
Kürt öznesini ayrı bir irade olarak kabul edenler, diğer siyasal özneler gibi diplomasi hakkını da sorgulamayacaklardır. Diplomasi hakkının, “dış güçlerle” olduğu kadar “iç güçlerle” de yani hem iktidar hem de muhalefetle kullanılıyor olması, Kürt kimliğini inkâr üzerine kurulu “beton milliyetçilikten” başka kimseyi rahatsız etmemelidir. O beton milliyetçiliğin sayısal gücüne oranla aşırı etkili olduğu anlaşılıyor.
Bayram dileği olarak da “her şey çok güzel olsun” deyip bitirelim.