Üçüncü Dünya Savaşı olarak adlandırılan günümüz savaşları siyasi, ekonomik ve askeri amaçlarını da aşarak tamamen soykırım savaşı derekesinde sürdürülmektedir. İsrail’in Arap halklarına, Rusya’nın Ukraynalılara, Türkiye’nin Kürdistan’a karşı yürüttüğü savaşlar bu denklemdeki savaşlar olmaktadır.
AKP-MHP faşizminin temsil ettiği Türk sömürgeci soykırım rejiminin Rojava halkına karşı yürüttüğü savaş, herhangi politik, ekonomik, askeri, dinsel-mezhepsel ve etnik savaş olma özelliğini tamamen aşmış bulunmaktadır. Rojava’nın en bereketli coğrafyasından bir parça olan Afrin, bunun en somut örneğidir. Afrin demografyası paramparça edilmiş, kendi kendine yetebilen halkı ise şimdi coğrafyadan coğrafyaya sürgün yaşama itilmiştir. Yine Serêkanî ve Grê Spî’de de yaşananlar bunlardan farklı değildir.
Onun için Rojava’ya karşı yürütülen savaş, Rojava halkının kendi yaşam dinamiklerini de aşarak “olasılıklara” karşı da yürütülen bir savaş halini almıştır. Rojava halkının temsil ettiği Kürtlük değerlerinin yok edilmesinden, yine onun temsil ettiği insanlık değerlerinin de kök bulmasını da geçerek gelecekteki olasılıklarının da zeminini yok etmeye yönelmiş bulunmaktadır. Bu amaçla hem Rojava halkının hem de Suriye’de yaşayan halkların demografyasıyla oynamakta, savaştaki yıkımı demografik yıkımla derinleştirmekte ve Kürt halkına hiçbir yaşam alanı bırakmak istenmediği gibi geleceğe dönük şansı da yok edilmek istenmektedir.
Onun için sömürgeci soykırım rejiminin Suriye’deki yıkım savaşı sadece Kürt halkına karşı yürütülen bir savaş olmaktan çoktan çıkmış bulunmaktadır. Çünkü Suriye topraklarında yaşayan Arap, Kürt, Türkmen ve Süryani halkları kendi endemik ortamlarından edilerek başka bir yaşam alanlarına sürülmektedirler. Böylece halklar savaş hengamesi içinde oradan oraya sürülerek kendine has yaşam alışkanlıkları da yok edilerek toplumsallıkları ve toplumsallığın kökleştiği ekolojik ortam yıkıma uğratılarak geleceksiz bırakılmaktadır.
Nitekim Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının da yaşandığı Avrupa coğrafyası buna en canlı tanıktır. Sayın Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi; “Avrupa son dört yüz yılında tarihteki savaşların toplamından daha fazla savaş yaşamıştır. Savaşların tüm tipleri yaşanmıştır. Dinsel, etnik, ekonomik, ticari, askeri, sivil, ulusal, sınıfsal, ideolojik, cinsiyetçi, siyasal, devletsel, toplumsal, sistemsel, bloksal, dünyasal vb. savaş türlerinin denenmeyeni neredeyse kalmamıştır. Hepsinde de rekorlar kırılmıştır. Ölümleriyle, acılarıyla, maddi kayıplarıyla!” Savaşların en korkuncunu yaşamış bir coğrafya olarak, tarihin bu kanlı geçmişine tanık konumundadır.
Dolayısıyla Üçüncü Dünya Savaşı’nın da Birinci Dünya Savaşı’nın yarım kalan plan ve projelerini yüz yıl sonra tamamlama arzusuyla saldırıya geçen uluslararası güç merkezleri savaşın şiddetinde sınır tanımamaktadırlar. Onun için emperyalist güç odakları Ortadoğu’da tarihin en kanlı savaşına hazırlık yapmaktadırlar. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dalga dalga yayılan milliyetçi, cinsiyetçi ve dinci akımları tekrar yürürlüğe konulmuş durumdadır. AB ülkeleri, kendilerini “uygarlığın ve medeniyetin beşiği” olarak insanlığa sunarken her birinde o kanlı tarihin mirasçıları Birinci Dünya Savaşı’nın yarım bıraktıklarını tamamlamak için birer birer iktidar oluverdiler. Milliyetçilik, cinsiyetçilik ve dincilik rüzgarıyla doldurdukları paraşütleriyle mahşere koşar gibi kanlı savaş mezbahasına doğru gitmektedirler.
Birinci Dünya Savaşı sırasında cetvelle çizdikleri sınır ülkelerinden Suriye’de öyle birkaç günde iktidar değişimi olmamıştır. Suriye’de savaş, yeni başlıyor demek daha doğrudur. Suriye’de ya acil olarak halkların demokratik çözüm seçeneği gündeme girecek ya da Suriye, Irak’tan daha beter bir konuma düşecektir. Sömürgeci soykırım rejimi de “yangına körükle gider” misali mevcut durumu kendisi için bir fırsata dönüştürmek için Suriye’nin derinliklerine doğru sızmaya çalışıyor. Yıllardır besleyip büyüttüğü çeteler bir anlamda elinde patlamışa benziyor. Ama sömürgeci soykırım rejimi Kürt soykırımını tamamlama histerisiyle bu gerçeği göremiyor. Savaşın tozu dumanı arasında hiçbir canlı türü geleceğe güvenle bakamayacaktır. Bundan en çok etkilenecek olan da elbette Türkiye halkları olacaktır.
Zaten çağımız nükleer dehşet dengesinde bulunuyor. Bir de buna dünyanın S.O.S hali eklenince mahşeri bir zamanı yaşadığımız daha net anlaşılır olmaktadır. Onun için Suriye gerçeğini basit hamaset duygularıyla tarif etmek mümkün değil. Üçüncü Dünya Savaşı ardında Hiroşima ve Nagasaki’yi kat be kat aşacak bir kıyım bırakacaktır. Başta Ortadoğu halkları olmak üzere dünyanın her yerindeki çevreciler, ekolojistler ve feministler demokratik devrim ruhuyla bu kanlı savaşa karşı ayağa kalkmalı ve kendisini eylemli kılarak çözüm kulvarında adım adım her yerde ve her alanda direniş ağları örebilmelidir. İnsanlık bugün bu görevini yerine getirmezse yarın ne demokratik siyaset zemini kalacak ne de onun konfederal biçimi kurulabilecektir. Çünkü savaş sadece bugünün değer birikimini yok etmeyecek, tüm Ortadoğu halklarını yerinden yurdundan ederken, aynı zamanda demografik yapı da bozulmak istenmektedir. Yürütülen savaşın en büyük kalıcı ve yıkıcı yanı toplumsal demografide yaşanacak yıkım olacaktır.
Onun için bu sömürgeci soykırım savaşlarına karşı halkların demokratik, ekolojik yaşam seçeneğini daha güçlü bir şekilde gündemleştirmek gerekiyor. Aksi halde savaşın ekolojik tahribatlarını ve yıkımını da önlemenin şansı da kalmayacaktır.
Özellikle sömürgeci faşizmin milliyetçilik balonuna binmiş olanları, insanlığın kurtuluşu ve özgürlüğü adına o balondan indirilmeli ve “Kürt sorununa demokratik çözüm, Ortadoğu’ya barış” şiarının her zamankinden daha ivedi olduğu bilinciyle topyekun YAŞAMIMIZI BİRLİKTE SAVUNALIM diyerek görev ve sorumluluk üstlenebilmeliyiz. Aksi takdirde sayın Abdullah Öcalan’ın da dediği gibi; “Toplum ya dörtnala mahşere koşusunu devam ettirecek, ya da demokratik moderniteye sarılma, onu yüceltme ve yeniden inşa hamlesiyle bu koşuya dur diyecektir.”