Mati Diop’un Dahomey adındaki belgesel filmi, bir ülkeden başka bir ülkeye doğru taşınan bir heykelin buğulu dış sesiyle başlıyor. Bu ses 2017 yılına kadar Paris’te Quai Branly Müzesi’nde tutulan, sömürgecilik döneminde Fransa tarafından Afrika’dan çalınmış bir sanat eserine ait. Bilmediği bir ülkede kilitli kalmış bu ses, evine doğru giderken geçmişiyle bugünden, bugünüyle ise geçmiş üzerinden bir diyalog kuruyor. Bu sesin neler söylemek istediğini daha iyi anlayabilmek için, onun doğduğu ve kaçırıldığı yerin tarihsel bağlamını biraz bilmek faydalı olabilir.
Dahomey, Afrika’nın Batı kıyısında yer alan, özellikle zengin kültürü, sanat eserleri ve askeri gücüyle tanınan bir krallıktı. Şimdi Benin sınırları içinde kalan bu topraklar, Fransız sömürgeciliği sırasında yağmalandı. Özellikle 1892’de Dahomey’nin Fransızlar tarafından işgal edilmesi sırasında, saray hazineleri, ritüel objeler ve anıtlar Fransa’ya götürüldü. Fransız orduları tarafından yağmalanan bu topraklar, kraliyet saraylarından çalınan hazinelerle birlikte sadece maddi kayıp yaşamamış, aynı zamanda kendi kültürel hafızasından da koparılmıştı.
Paris’te Quai Branly Müzesi’nde tutulan binlerce eser arasında tahtlar, kraliyet heykelleri ve törensel objeler bulunuyor. Bu eserler yalnızca estetik değeriyle değil, daha çok Dahomey halkı için kültürel ve tarihsel bir aidiyet sembolü olmalarıyla önem taşıyor ve bir halkın kolektif hafızasını temsil ediyorlar.
2017 yılında Benin hükümeti, bu sessiz tanıkların ait oldukları topraklara geri dönmesi için resmi bir talepte bulundu. Uzun süren tartışmalar ve prosedürlerin ardından, 2021’de eserler nihayet Benin’e döndü (7000 eserden yalnızca 26’sı.)
Filmde duyduğumuz bu ses, Dahomey, bugünkü adıyla Benin halkının kolektif bilincinin taşıyıcısı olan ve ülkelerine geri gönderilen 26 eserden birinin sesi, Kral Ghezo’nun.
Eve dönerken
Paris’in ışıltılı sokakları, Eiffel kulesi ve civarından manzaralarla açılan film, tüketimin merkezlerinden biri olan bu bölgeye göz attıktan sonra Paris’in 7. Bölgesi’nde konumlanmış Quai Branly Müzesi’nin lokal ışıklarla aydınlatılmış loş salonlarına bakıyor ve film boyunca hikayelerini takip edeceğimiz eserlerle bizleri tanıştırıyor. 26 heykel bu steril ortamda, eldivenlerle ve muntazam bir şekilde paketlenip yolculukları için hazırlanırken, Benin’de konuşulan yerli dillerden Fon dilinde Kral Ghezo’nun sesi bu ana eşlik eder.
Tabut benzeri kutulara yerleştirilen heykellerle ve kutulardan birinin içine yerleştirilen bir kamerayla, Diop sanki izleyiciyi de bu kutunun içine koyuyor. Bir halkın kolektif hafızasının taşıyıcısıyla beraber yerleştirildiğimiz bu kutuda ev, tarih, kimlik ve anadili gibi konular üzerine düşünmek için geniş bir alan açılmış oluyor. Böylece Paris’teki soğuk, loş ve sessiz müzeden uzaklaşıyoruz. “Yolculuğun sonu mu?” diye soruyor Kral Ghezo’nun sesi. Ardından onunla birlikte gözlerimizi açıyoruz: Batı Afrika’da, Benin’deyiz.
Filmin ilk yarısındaki mekanik, steril ve soğuk mekanların yerini coşkulu kalabalıklar ve geleneksel kutlama ritüelleri alır. Bu keskin kontrast filmin en güçlü ifadelerinden biridir. Çocuklar, işçiler ve kalabalıklar gelen eserleri, Benin sokaklarında, kendi ritüelleri ve danslarıyla karşılıyor ve kutluyorlar. Kral Ghezo ve tüm diğer personalar halkın bildiği figürler. Onları karşılamak, bir nevi kendi özgürleşmelerini devam ettirmek. Ne var ki, Diop, bu anı dört başı mamur bir zafer coşkusuyla kutsamakla yetinmiyor.
Filmin eserlerin yurtlarına döndüğü ikinci yarısı, “Şimdi ne olacak?” sorusuna mutlak bir cevap vermeye çalışmıyor. Bunun yerine, Abomey-Calavi Üniversitesi’nin tüm öğrencilere açık bir salonunda yürütülen, geri dönen eserlere dair hararetli bir tartışmayı yakından ve uzun uzun inceliyor. Filmin önemli bir bölümünü bu tartışmaya ayırmış olması, yönetmeni Mati Diop’un aslında “Bundan sonra ne olacak?” sorusunun cevabını tam da burada aradığına işaret ediyor.
Geniş bir salonda öğrenciler tarafından yapılan tartışma oldukça ilginç. Kimi eserlerin gönderilmesini pozitif bir ilk adım olarak yorumluyorken kimi ise bunun Fransız devletinin kendi politik çıkarları için yaptıkları bir sembolik yüzleşme pratiği olarak görüyor. 7000 eserden yalnızca 26’sının gönderildiğinden söz etmiştik… Kimi Fransa’nın yalnızca 26 eseri yollamasını hakaret olarak yorumlarken kimisi için bu bir tarihi dönüm noktası. Tüm bu tartışmalara ek olarak, salondaki ciddi bir çoğunluğun kendi anadilleri yerine Fransızca konuşması gibi yan tartışmalar da zaman zaman açılıyor. Sömürgecilik sonrası etki, sömürgeciliğin aslında biçim değiştirdiği ve başka şekillerde tezahür ettiği gibi tartışmalar. Fikirlerin birbirine çarpıp yeni katmanlar yaratıp derinleştiği bu sahne, filmin Benin’in ya da Afrika’nın geçmişinden ziyade, daha çok bugününü merak ettiği, bugününe baktığı hissini güçlendiriyor. Geçmişten gelen sömürge hayaletini de arkasına alarak…
Dün, bugün, yarın
Bu yılın en başarılı belgesel filmlerinden biri olan, Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı’yla dönen ve daha birçok festivalde ödüllere boğulan Mati Diop’un Dahomey adlı filmi, kolonyalizm ve onun sonrası etkilerine bakan çok katmanlı bir ilk belgesel. Sömürgeciliğin etki alanlarını bir savaş ganimetinin anayurduna yolculuğu üzerinden usulca tartışmaya açan film, aynı zamanda tarihlerini yeniden keşfetme ve önemli bir dönemi geri alma fırsatını yakalamış bir halkın portresini de çizer.
Diop’un Dahomey’i, yüzeyde kültür ve tarihin fiziksel izlerinin izini sürse de, izleyiciye müzelerde karşılaştığımız objelerin yalnızca geçmişte yaşanmış bir olayın kaydı olmaktan çok daha fazlası olduğunu kavratacak kadar derin bir anlatıma sahip. Bu nesneler, geçmişin hatırlatıcısı olmanın ötesine geçer; onlar, yalnızca bir zamanlar nereye ait olduğumuzu anımsatmakla kalmaz, aynı zamanda bugünkü kimliğimizi sorgulatıp, bizi gelecekteki yönelimlerimiz üzerine düşünmeye sevk eder. Nereden geldik ve nereye gidiyoruz sorusunu şimdiyi de içine alarak düşünmeye davet ederler.
Dahomey’de sömürgeleşmiş, sömürge politikalarına maruz kalmış halkları ilgilendiren çok fazla an var.