Tüm bu savaş naralarının arasında barıştan yana olan hikayelerin sesi daha gür çıkamaz mı? Tekerleği onarıp barışa doğru sürmek mümkün değil mi? Belki de cevap hepimizin içinde saklıdır
Çiğdem Ertak
Aklının, yüreğinin döktüklerini, kendisini tanıdığım ilk günden beri heyecanla dinlediğim bir arkadaşımla oturuyorduk. Her zamanki gibi söze bugünden başladık ve beni biraz olsun uzaklaştırarak olanı biteni daha iyi görmem için çaba harcıyordu. Yormadan, hep aydınlatan, ferahlatan acelesizliğiyle hakikate doğru bakmam için bir fırsat daha sunuyordu o gün de. Malum Ortadoğu’da, kesin sınırları olmayan ve bir hakikati anlatan, o savaşlar ve anlaşmazlıklar coğrafyasındaydık. Esad’ın Suriye’den çıkışıyla tekrar başlayan o toz duman içinde politik ve askeri kargaşadan da söz açıldı. Siyasetin o ruhsuz sıkıcılığının aksine ve inadına insan odaklı konuşuyorduk. Tekerlek dedi. Anlamıyorum, o tekerleği ve taşıdığı, yüklendiği, yüklediği anlamın peşine neden düşmüyoruz dedi. Rojava’da, üzerlerine doğru gelen ölümden can havliyle kaçan Kürtlerdi mevzubahis. Göç yollarındaydılar yine. Uzun kuyruğun ortasında patlak, kırık bir tekerleğin üstündeki derme çatma bir aracın üstünde çok sayıda insan yollara düşmüştü. Tüm o huzursuzlukla konuştuk epey ve ardından ayrıldık arkadaşımla. Tekerlek hariç. Bırakmadı peşimi. Günler boyunca o tekerleğe baktım, tekerleği düşündüm. Tekerlekle olan o uzun göçü, acıları, bilinmezlik korkusunu, öncesi ve sonrası ölümleri. Bütün o düşüncelerle geçen günlerimde büyük büyük laflar edenleri de takip ediyordum. Herkesin dilinde savaş vardı! Avrupa örneğin daha çok silahlanmayı konuşuyordu. Dünyanın çoğu yerinde inanılmaz bir hızla artan savaş hazırlıkları yapılıyordu. Benimse aklımda o tekerlek.
Tekerlekti aklımda olan çünkü ne kadar çok silah ve savaş konuşuluyorsa ne kadar çok düşmandan söz ediliyorsa o kadar çok benzeri sahneler göreceğimiz anlamına geliyordu. İnsan türünün acımasız seçimi olan savaşın ve ölümlerin temsili olarak belirlediğim o tekerlekle ilgili -tesadüf müdür bilmem- bilinen en eski kayıt yine bu topraklardan. İnsanlık tarihine yön veren bu alet, bugün, insanın belki de bir anlamda bir arpa boyu alamadığını mı gösteriyordu bize? Sanki her şey bir döngü içinde tekrar ediyordu. Savaşlar, barışlar, yeniden savaşlar…
Kafamın içinde dönüp duran o tekerleğin yanına bir çift göz de ilişti sonraki günlerde. Korku ile bakan, tekerleğin aksine yalnızca bir kere bakıp bir daha asla bakmadığım ama o bir defanın beni günlerce uykusuz bıraktığı o gözler ilişmişti zihnimin orta yerine, yıllar sonra. Hakkâri’dendi o küçük gözler, 2008 yılında, polis tarafından sokak ortasında kolu kırılırken gözlerimin içine bakan. Televizyonda gördüğümde beni donuk halde bırakan o çocuk sanki benim gözümün içine bakmış ve bir hikâye bırakmıştı bana. O kırık kol iyileşirdi belki ama etkisi nasıl geçecekti. Çocuk ve ben nasıl iyileşecektik?
İnsanlığı bugüne taşıyan ve belki de diğer canlı türlerinden ayıran en önemli farkımızın hikayeler olduğu söylenir kimilerince. Masallar ve hikayeler, bizi bugünlere getirenlerdir denir. Bu hikayelerin hakikati içermesi gerekmez, yalnızca ne kadar çok söylenirse ve ne kadar çok insana inandırılabilirse o kadar etki eder. Ya da hikâyeyi anlatanın ne kadar güçlü olduğu mühimdir. Bu hikayelerdir inançlarımızı oluşturan. Bu hikayelerdir örneğin Antik Mısır’da firavunu, rahibi ve köleleri yaratan, Zigguratları inşa ettiren. Bu hikayelerdir Hindistan’da bir Brahman ve Dalit çocuk arasındaki ya da beyaz ve siyahi bir çocuk arasındaki ayrımı yaratan. Pandora gibi Lilith gibi hikayelerle başlar kadınların aleyhine inşa edilen sistem örneğin. Devleti yaratan hikayelerdir mesela.
Hikayeler sözcüklerle sınırlı kalmaz, kalamaz. Hikâyeyi anlatanların bunlara inanılmasına ihtiyaçları vardır. Zorbalıkla ya da ikna ile bu sağlanır ki bu sayede iktidar elde edilir. Ama sanırım hikayesi en acımasız olanlar savaş yaratıcılardır. Bazen bir çocuğun kırık kolunda vücut bulur, bazense bir patlak tekerlekle göç yolunda kendini gösterir. Ama tüm kötülükleri içinde bulundurur bu hikâye. Tarih boyunca, savaşları yaratanlar ve yürütenler de hikayeler yoluyla daha çok güç, toprak ve kaynak amaçlamışlardır. Bu amaçların sonucundaki maliyet ise yaşamlarını yitiren siviller, yıkılan şehirler, yok olan kültürler ve kaybolan yıllar olmuştur.
Jung’un dediği gibi, hakikat binlerce dilde konuşulsa da aslında bir. Savaşın da tüm hikayelerinde anlatılan farklı olsa da hakikatte savaş, ölüm ve yıkım demek. Peki, bunlar, insanlığın değişmeyen gerçekleri mi ya da böyle olmak zorunda mı? Buna inanmamız istendiği kesin ama hakikat bu değil. Uygarlığa sunduğu katkılarla tekerlek, savaşların ortasında patlak oluşuna ve yorgunluğuna rağmen insanlığı hala, karanlıktan aydınlığa, yaşama ve umuda taşımaya devam ediyor. Savaşın yıkıcılığı karşısında insanlığın binlerce yılda oluşturduğu ortak değerleri ile adil bir düzen de yaratabileceği inancı da gücünü koruyor. Dünya daha iyi bir hale gelebilir. Barışı savunmak, barış hikayesini dillendirmek bir çocuğun bombalar altında yaşamdan kopmasını önlemek anlamına gelebiliyorken, başka bir yerde bir çocuğun sokak ortasında kolunun kırılmasına karşı durmak olabiliyor. Ahlaksal bir değer olarak da yaşam hakikati olarak da barışın hikayesini dillendirmek hem ihtiyaç hem de görev olarak her zamanki kadar elzemliğini, vazgeçilmezliğini koruyor.
O gözleri gördükten yıllar sonra, iyileşmenin, başkalarının da aynısını yaşamamasından emin olmak olduğunu anlıyorum. Hakkâri’deki çocuk, zalimliğin ve kötülüğün, kolunu kırarak kendi hikayesini ona ve dünyaya anlattığı sırada, gözleriyle, gözlerindeki korkuyla, bağırarak bana, bu kötülük hikayesini durdurun diyordu. Uğruna çabalamasını kutsal bulduğum barışın hikayesini bu yüzden de daha çok düşünüyorum. Nedendir bilmiyorum, hiç tanımadığım, yüksek ihtimal hiç tanımayacağım o çocuk da şimdilerde öyle düşünüyor gibi hissediyorum. Bizim gibilerin çok olduğunu da biliyorum. Ne demiştik, hikâyeyi çok defa çok kişi söylerse inanılırlığı artar. Barışın hikayesini söyleyenlerin çok olduğu ve sonunda kazandığı bir dünya neden olmasın.
Colonel Bagshot’un 1967 savaşına ithafen yarattığı Six Day War (6 Gün Savaşı) şarkısında dillendirdiği gibi ‘Komik değil midir erkeklerin nasıl düşündüğü; bomba yaratıyor ve soyu tüketiyorlar.’ Hikayesi ölüm, göç, nefret, ayrımcılık ve sefalet yaratanların aksine inancım hikayesi barıştan yana olan kadınlarda, gençlerde ve tüm çocuklarda. İmkânım olsa tüm çocuklara ve tüm gençlere, ‘Biri size bir hikâye anlattığında ne olur kendinize ve anlatanlara ‘Bu hikâye birilerinin canını yakıyor mu?’ diye sorun, aleyhineyse sizin ya da başka birinin, inanmayın derdim.
Tüm bu savaş naralarının arasında barıştan yana olan hikayelerin sesi daha gür çıkamaz mı? Tekerleği onarıp barışa doğru sürmek mümkün değil mi? Belki de cevap hepimizin içinde saklıdır.