26 Temmuz’da toplanan Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, Prof. Dr. Füsun Üstel ve 10 akademisyenin bireysel başvurusu üzerine, 724 akademisyenin yargılandığı dava için emsal oluşturacak kritik bir karar verdi. AYM, dedi ve demiş oldu ki; “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan akademisyenler, “silahlı terör örgütü propagandası yapmak” suçundan yargılanamazlar. İfade özgürlüğü hakkını kullanılmışlardır. Barış istemek suç değildir. Bildiriyi imzalayan 724 akademisyene açılan dava hükümsüzdür.
Karar 8’e karşı 8 oyla alındı. Eşitlik durumunda başkanın (Zühtü Arslan) oyu iki oy kabul edildiği için, barış ve akademisyenler, kıl payı yırttı! Hukukun matematiği, imdatlarına yetişti!
Lakin, saray medyası AYM kararına karşı anında açtı ağzını yumdu gözünü. Sen misin devlete katil, soykırımcı diyenleri aklayan, terörle mücadelede devletin elini zayıflatan? Nerede adalet, nerede vicdan!
Hemen arkasından, bir kaç üniversiteden devşirilmiş savaş müptelası “1071 akademisyenleri” peydahlandı anında. Matematikse alın size matematik; 1071, 724’ten büyüktür demiş oldular. MGK jargonunda, “Anayasa Mahkemesi Terörü Meşrulaştıramaz” bildirisi yayınladılar. Hoş, sonra bazı imzaların hileli olduğu açığa çıktı, 1066’ya düştüler. Malazgirt sihri de güme gitti, fiyaka bozuldu.
Bir mahkeme kararı etrafında olup bitenlerin aynasından bakıldığında bile (durumun latife kaldırır yanı bir tarafa) barış sorununun, bütün ciddiyeti ve ağırlığıyla kendini hissettirdiği açık. Bu, Kürt sorununun çözümsüz kalmaya devam ediyor oluşunun dolaysız sonucu. Daha doğrusu, Kürt sorununu güvenlikçi politikalarla, şiddet ve savaş yöntemiyle çözme çizgisinin, Türk devletinin egemen anlayışı ve yöntemi olmaya devam ediyor oluşunun.
Güncel durum açısından gerçeklik, AKP-MHP-Ergenekon bloğu ve iktidarının, geçmiş benzerlerinden daha ötesine geçen bir çapta ve derinlikte, savaşı varlığının koşulu olarak örgütlüyor oluşudur. Kürt fobisi ve düşmanlığının, bu iktidar elinde, devlet varlığının tüm ekonomik, siyasal, toplumsal ve uluslararası ilişkiler bütünü için bir kerteriz noktası gibi odaklanmış olmasının başka bir karşılığı yok.
Hayat pahalılığından beli bükülen halkın serzenişleri ve öfkesi karşısında, patlıcanın fiyatı mı daha önemli kurşunun mu, bu vatan nasıl ayakta kalıyor diye hesap sorabilen bir saray reisi var iktidarın tepesinde.
Kriz mıriz bize işlemez cehaletini, savunma sanayimiz (siz onu savaş sanayi diye okuyun) ekonomimizin motoru haline geldi diye övünerek boşa çıkarabileceğini uman reisin bakan damadı var ekonominin başında.
Milli bekamız tehdit altında (siz onu iktidarları diye okuyun), Fırat’ın doğusunu yakmak lazım, gerekirse dünyayı da yakarız mealindeki hezeyanları hiç bitmeyen MHP şefi “çılgın Türk” de reisin küçük ortağı.
Suriye’den Türkiye’ye bizim “adam”lara bir kaç bomba ve füze attırır, savaş vesilesi yaptırırım dediği vakti zamanında kayıtlara geçmiş MİT başkanı da Erdoğan’ın “sır küpü” olduğundan beri görev başında hala.
Bu ekiple hangi karanlık maceralara sürüklenmez memleket, hangi savaşa girilmez!
“Güvenlikli bölge” kurma adı altında, Kürt, Arap, Süryani, Çerkes, Ermeni halklarının birlikte kurduğu Doğu ve Kuzey Doğu Suriye Federasyonu topraklarını, Kandil’i bitireceğim diye Irak Kürdistan topraklarını işgal etme planı devreye sokulur.
Rusya’dan S-400 de alınır. ABD ve NATO’yla papaz da olunur. AB üyeliğine sırt da dönülür.
Yeter ki, Kürtlerin yaşadıkları, vatanları bildikleri her hangi bir toprak parçasında, kendi kendilerini yönetebilecekleri, dillerini, kültürlerini özgürce geliştirebilecekleri, idari, siyasal bir ulusal statüleri olmasın. Fransa’da Korsikalıların, İtalya’da Sicilyalıların, İspanya’da Katalanların ve dünyada daha onlarca halkın, değişik devlet örgütlenmeleri altında sahip oldukları kolektif ulusal demokratik haklar, Kürtler söz konusu olunca unutulsun, yok sayılsın. Hatırlatan, talep eden, mücadele eden olursa da düşman muamelesi görsün, “terörist” yaftası yapıştırılsın, her türlü zulüm reva görülsün, taş üstüne taşı baş üstünde başı bırakılmasın.
Gözü dönmüş iktidar çıkarlarının sürgit güttüğü bu politikalar, tarihsel bir çelişki olarak Kürt sorununun varlığını ortadan kaldıramadığı gibi, halklarımız nezdinde bedeli çok ağır olan acılara ve kayıplara neden olmaya devam etmektedir. Şimdi ve bundan sonra AKP-MHP iktidarı altında yaşanacak gelişmeler, eğer önlenemezse, Kürt ve Türk halklarının eşit, özgür ve barış içinde bir arada yaşama umudu uğruna ortaya konulan çabaların ve yaratılan olanakların heba edilme olasılığına da kapı açabilir. Kürt sorununda savaş dayatan çözümsüzlük, çoktan kapımızdan içeri sokulmuş bulunuyor elbet. Ancak, mevcut iktidarın, çözülüş ve çöküş sürecine girmiş olma farkındalığının güdülediği bütün saldırgan, intikamcı kötücül alametlere sahip bir politik-psikoloji içinde olduğu göz ardı edilemez.
Bu gidişat durdurulmalı, Türkiye, benden sonra tufan diyen bu hastalıklı iktidardan kurtarılmalıdır. Bu nedenle, içinden geçtiğimiz zamanlar, Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü için ortaya konulacak her türlü çabanın önemini ve aciliyetini arttırmıştır. Halklarımızın 31 Mart-23 Haziran seçimlerinde sınanan ortaklaşma ve birlikte başarma özgüveni ve iradesi, şimdi, savaşa kaybettirme, barışı kazanma siyasi tutumu ve hedefinde karşılığını bulmalıdır. Barış için mücadelenin ve direnişin halklarımızın bağrında toplumsallaştırılamadığı ve amacına ulaştırılamadığı bir Türkiye’nin geleceğinde demokrasi de, özgürlük de olmayacaktır.
Faşizme karşı bizim de kerterizimiz bu olsun.