Barış, savaşı yürüten asli aktörlerin iradesi ve dönüşümü olmadan gerçekleşemez. Bu bağlamda Öcalan Önderliğinin belirttiği, ‘savaşanlar barışır’ sözü yalnızca tarihsel bir tespit değil; aynı zamanda felsefi ve politik bir zorunluluğu da ifade eder
Tayip Temel
Tarih bize öğretmiştir; barış, ancak savaşın merkezinde duran ellerle kurulur. İkinci halkalar, ara güçler, diplomatik müttefikler ya da gözlemciler; evet, onlar sürece dokunabilir, ama barışı inşa edemezler. Çünkü barış, savaş kadar ağır, savaş kadar derin ve savaş kadar sorumluluk gerektiren bir eylemdir. Ve savaşın asli taşıyıcıları bu sorumluluğu üstlenmedikçe, barış yalnızca bir temenni olarak kalır; ete kemiğe bürünmez.
Barış, tarih boyunca siyasal çatışmaların nihai hedefi olarak görülse de, çoğu kez yalnızca bir retorik olarak kalmıştır. Özellikle devlet ile halklar arasında gelişen asimetrik çatışmalarda barışa dair çağrılar, sıklıkla sorumluluktan kaçışın aracı olmuş; gerçek anlamda barışı tesis edecek öznelere değil, çevresel ya da aracı aktörlere havale edilmiştir. Oysa ki barış, savaşı yürüten asli aktörlerin iradesi ve dönüşümü olmadan gerçekleşemez. Bu bağlamda Öcalan Öderliğinin son görüşmelerde belirttiği, “savaşanlar barışır” sözü yalnızca tarihsel bir tespit değil; aynı zamanda felsefi ve politik bir zorunluluğu da ifade eder.
Barışın diyalektiği
Barış, modern siyasal düşüncede genellikle bir “son durum” ya da “normatif ideal” olarak tarif edilir. Ancak Hegelci diyalektik anlayış, barışı bir çelişki sürecinin çözülme biçimi olarak kavrar. Bu çerçevede barış, karşıtların yalnızca uzlaşması değil, aynı zamanda birbirini dönüştürerek aşmasıdır. Bu nedenle, gerçek barış, savaşın doğrudan fail ve taşıyıcılarının dönüşümünü içerir.
Hobbes’tan Weber’e, Schmitt’ten Arendt’e kadar birçok siyaset kuramcısı barışı “düzenin yeniden tesisi” ya da “egemenliğin yeniden inşası” ile ilişkilendirmiştir. Ancak çağdaş çoğulcu yaklaşımlar, barışın sadece hukuki ya da diplomatik bir mesele olmadığını; kimlik, hakikat, hafıza ve eşitlik meselelerini içeren çok katmanlı bir süreç olduğunu vurgular. Bu çok katmanlılık ise yalnızca arabuluculukla değil, sorumlulukla mümkündür.
Savaşın ve barışın aktörleri
Türkiye’de devlet ile Kürt Özgürlük Hareketi arasındaki çatışma, klasik bir merkez-çevre geriliminden ziyade, bir halkın varlık mücadelesiyle devletin egemenlik anlayışı arasındaki derin ideolojik ve tarihsel çelişkiyi yansıtır. Bu nedenle çatışmanın çözümü, yalnızca silahların susmasıyla değil; bu çelişkinin siyasal ve kültürel düzeyde yeniden ele alınmasıyla mümkündür.
Devlet, uzun yıllar boyunca savaşın hem faili hem de meşrulaştırıcısı olmuştur. Ancak son yıllarda devletin bazı aktörleri tarafından yapılan “yeni başlangıç” ve “demokratik çözüm” çağrıları, savaşın yürütücüsünün barışın da taşıyıcısı olabileceğine dair bir kapı aralamıştır. Aynı şekilde, Kürt Özgürlük Hareketi de bu çağrılara tarihsel sorumluluk bilinciyle karşılık vermiş ve barışa dair yaratıcı bir irade ortaya koymuştur. Bu karşılıklı tutum, barışın ancak “birincil aktörler” eliyle kurulabileceğini doğrular niteliktedir.
Yeni bir başlangıç
Barış, yalnızca savaşın bitimi değil, aynı zamanda yeni bir toplumsallığın kurulmasıdır. Demokratik toplum, bu anlamda barışın hem taşıyıcısı hem de kurucu zemini olabilir. Çünkü demokratik toplum, çoğunluğun tahakkümünü değil, çoğulluğun eşitliğini esas alır. Bu bağlamda Türkiye’de barış süreci, yalnızca bir “sorun çözümü” değil; aynı zamanda bir “sistem dönüşümü” olarak ele alınmalıdır.
Devletin, güvenlikçi paradigmayı terk ederek demokratik bir cumhuriyet tahayyülüne yönelmesi; Kürt hareketinin de çetin askeri mücadeleyi demokratik siyasete evriltmesi bu yeni toplumsal sözleşmenin koşullarını oluşturur. Böylece barış, hukuki bir metin olmaktan çıkar; toplumsal bir zihniyet dönüşümünün ürünü haline gelir.
Komşu devletler
Barış süreci sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Kürt meselesi, sınırları aşan bir gerçeklik olduğu için İran, Irak ve Suriye gibi ülkeleri de doğrudan ilgilendirmektedir. Türkiye’nin bu süreçte öncü bir rol üstlenmesi, sadece iç siyasal dönüşüm açısından değil; bölgesel barış ve istikrar açısından da büyük önem taşır. Ancak bu öncülük, hegemonik bir müdahale değil; çoğulcu ve yaratıcı bir çözüm vizyonuyla mümkün olabilir.
Yaratıcı sorumluluk
Barış, ne kendiliğinden gelir ne de sadece iyi niyetle inşa edilir. O, tarihin belli bir eşiğinde doğan, yaratıcı ve kolektif bir sorumluluğun ürünüdür. Türkiye bugün böyle bir eşiğin eşiğindedir. Bu eşiği atlayacak olanlar ise savaşın yükünü taşıyanlardır. Çünkü savaşı durdurma gücü olanlar, aynı zamanda barışı kurma kudretine de sahiptir. Bu noktada devlete ve özgürlük hareketine düşen görev, geçmişin değil geleceğin yükünü taşımaktır.
Savaş bir gerçekliktir; ama barış bir olanaktır. Ve olanaklar, ancak cesaretle ve diyalektik dönüşümle gerçeğe dönüşür. Barışı, ancak savaşanlar kurabilir. Ve bu barış, demokratik bir topluma açılan yeni bir çağ olabilir.