Antik Yunan yazarı Aiskhylos’un sözüdür: “Savaşın ilk zayiatı gerçeklerdir.” Yani savaşta önce gerçekler ölür. Her bakımdan zor bir süreçten geçiyoruz. Barış diyenlerin suçlandığı, savaş diyenlerin alkışlandığı bir dönem bu. Gazetelere atılan manşetler TV’lerdeki yorumlar koro halinde savaş naraları atıyor. Türlü yol ve yöntemlerle yapılan propağandalarla gerçek saklanmaya ve karartılmaya çalışılıyor. İşin insana en acı veren yanı,savaşların geniş kitlelerce benimsenmesi ve desteklenmesi. Düşünmeyen, araştırmayan, biat kültürüyle şekillendirilmiş insanlar yalan-yanlış bilgi ve propagandalarla savaşın hem sebebi hem mağduru durumuna getirilmiş. “Propagandayla zehirlenmedikleri sürece, kitleler asla savaş düşkünü değildir” der Albert Einstein. Halk, olgu ve olayları yargılamadan bilinçsizce benimser duruma getirilmiş. Yalan yanlış bilgilerle maniple edilmiş. Medyanın kaleminden, kara kutusundan kan damlıyor… Halk, maruz kaldığı kuşatmanın mağduru olduğu gibi, sebebi de olmanın açmazı içerisindedir aslında. En masum talepleri bile suç sayan zihniyetin kamuoyu duyarlılığını ve zihinselini medyayı da yedeğine alarak oluşturduğu beyin yıkama çabaları, hiç eksik olmadı bu ülkede.
***
Oysa insanın farklı düşünebilmesi, görünenin ve sunulanın ötesine geçebilmesi önyargılardan ve şablonlardan kurtulabilmesine bağlıdır. Böyle bir duruşta çıkar veya korkulara bağlı olarak olan-biteni çarpıtmamak vazgeçilmez koşuldur. Böyle bir bakış, hem bireyin hem de toplumun yararını gözeten bir tutumdur. Bazen alışmak kişiyi umursamama hatta duygusuzlaşmaya yöneltir.Bu kadarı da olmaz denilen şeyler bile normalmış gibi algılanmaya başlanır,sıradan hale gelir. Biat kültürü düşünme ve muhakeme gücünü devre dışı bırakır.Kendisine sunulanın ötesinde bir sorgulamaya girmez çünkü eleştirel bakış açısına sahip değildir. Hâlâ anlaşılmadı ne yazık ki; bir kimlik sorunu toplarla tüfeklerle,operasyonla, harekatla çözülmez… Sorunun çözümü için iyi niyet gerekli… Empati gerek, şablonları kırmak, ezberleri bozmak gerek, inkardan ve imhadan vazgeçmek gerek… Bunu anlayabilecek dirayetli devlet adamları yok ne yazık ki… Herkes bir şeylerden nemalanma peşinde, günü kurtarma derdinde… Tarih bizlere, temel insan hakları için mücadele eden toplumsal uyanışın çağ dışı yöntemlerle, yasaklarla ve yasalarla bastırılamayacağını defalarca göstermiştir. Topsuz-tüfeksiz bir dünya istiyorsak, bunun gerçekleşmesi için de Einstein’ın deyişiyle ‘savaş uğruna hiç karşı koymaksızın göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almakla yükümlüyüz. ‘Savaşın bütün hızıyla devam ettiği ve topyekün savaş naralarının yeri gögü kuşattığı böyle dönemlerde barışı seslendirmek daha elzem, daha anlamlı oluyor. Böyle bir süreçte barış umudunu diri tutan çalışmalara ve etkinliklere büyük ihtiyaç var. Türkiye’de ayrımsız herkes için demokrasinin ve sosyal adaletin tesisi ve bütün bunlar için temel şartlardan biri olan kalıcı barışın sağlanmasını esas alan ve bu kapsamda barışın adil, eşit ve demokratik biçimde inşasına, toplumda barış ve uzlaşma kültürü geliştirilmesine, bir arada yaşamın sosyal zeminlerinin güçlendirilmesine katkı sağlama hepimizin görevi olmalıdır.
***
Sözün özü; Barış içinde bir yaşamı hazırlamada kendine insanım diyen herkese görev düşüyor.
“Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz, ama savaş sizinle ilgilenmektedir” diyor ya Stefan Zweig. Bu gerçeği unutmadan düşünce ve amaçları ne olursa olsun her kesimin ve onları temsil eden kitle örgütlerinin bu konuda aktif rol üstlenmeleri gerekir. Ancak bu sayede savaşı kışkırtan politikaların önüne geçilebilir. Evet. C. Aytmatov’’un dediği gibi: “İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı. Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız.”