Zamanda hiçbir sırrın hükmü yoktur. DERSİM 1937-38 kırımı, öncesi ve sonrasında yaşananlar artık sır değil. 15 Kasım 1937, pazar gecesi, saat 12.20’de, sanıklar apar topar ayaklandırılıp hâkim karşısına çıkarıldı. Hepi topu bir buçuk saat süren duruşmada 7 sanığın idamına, 4 sanığın ağırlaştırılmış müebbet hapse, 66 sanığın değişik hapis cezalarına çarptırılmasına hüküm verildi. Sanıkların savunmaları alınmadan verilen bu alelacele hükmün Türkiye Cumhuriyeti yasalarına, mevzuata uygun olup olmadığına bakılmadı. Hükümler kesin ve itiraz edilemezdi. İdam cezasına çarptırılanlardan Seyit Rıza 81 yaşındaydı. Kendisinin büyük oğlundan iki yaş küçük bir tanığın düzmece ifadesiyle yaşı küçültülerek idamına gerekli koşul oluşturuldu.
Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” denen, bölge ahalisine özel orman kanunu esaslarına dayandırılan mahkeme kararlarında hiçbir usulsüzlük ve bir problem görülmedi. İnfazların, -hemen o gece, sabaha kalmadan- gerçekleştirilmesini organize etmekle görevlendirilmiş Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in, aynı acil görevle bölgeye gönderilmiş Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer’in itirafları ve MAH’ın o gece ve sonrasında yaşananları detaylarıyla ortaya koyan raporu, pek çok kitaba, gazeteye, belgesel çalışmaya konu oldu.
O gece yarısı ve günün kuşluk vaktinde görülen telaş ve oldubittinin nedeni neydi? Bu da sır değil…
15 Kasım 1937 gecesi, Elazığ’a ulaşan Atatürk ve kendilerine eşlik eden devlet erkânı, Şefaatli istasyonunda makasa alınan beyaz trende beklemekteydi. O arada istasyonda görevli memurlar alandan uzaklaştırılmış, çevre kontrol altına alınmıştı. Olacakların gizlilik içinde olup bitmesi gerekiyordu. Ankara’dan yola çıkmadan talimatı verilen talimat gereği, davanın o gece çabucak karara bağlanması, davada öne çıkan şahsiyetlere verilecek idam hükümlerinin sabaha kalmadan infazı gerekiyordu
Dava istenen gibi sonuca bağlandı. İdamların infazından önce Seyit Rıza’nın Atatürk’ün huzuruna çıkarıldığı, Atatürk’ün ona “Af dilemesi halinde kendisinin bağışlanacağını” ifade ettiği, buna karşılık Seyit Rıza’nın, “Benim bağışlanacak bir suçum yok. Evim bombalandı, evimin yıkıntıları üzerinde askerler çadır açtı, ailem ve yakınlarım gözlerimin önünde kırıma uğradı, bana kala kala bir yaralı oğul kaldı, onun da benimle birlikte idamına karar verildi… Bizden silahlarımızı istediler, getirip teslim ettik. Asker istediler, asker verdik. Vergi istediler, faiziyle ödedik. Yol, köprü, karakol, kışla yapılacak, amme hizmeti vermeniz gerek dediler, istenen hizmeti, angaryayı verdik. Bununla da kalmadılar, aşımız ekmeğimizle beslenen askerler kadınlarımızı, kızlarımızı karakollara çektiler, hane içlerinde tacize, tecavüze kalkıştılar. Önlerinde baş eğenlerin de başını kestiler, sabrını, tahammülünü sınadılar insanlarımızın varını yoğunu talana verdiler” sözleriyle savunmaya geçtiği… Savunmasında geçen cürümlerden baş sorumlu Genel Vali Abdullah Paşa’nın onun sözünü kesmeye kalkıştığı, Atatürk’ün parmak işaretiyle Abdullah Paşa’yı susturduğu ve Seyit Rıza’ya dönüp söyleyeceklerine devam etmesini buyurduğu… Ve Seyit Rıza’nın, “Bana Erzincan valisi üzerin- den haber gönderdiniz. Bu çağrınıza da uydum. Gözlerimin önünde kırıma uğrayan ailemin kederini yüklenip bağrıma taş basarak yıkılası Erzincan’a geldim. Orada derdest edilip Elazığ’a getirildim. Ne verilen sözlerin hükmünü gördüm, ne adaletinizin yüceliğini. Şimdi sizden neyin affını dileyeyim? Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana ders olsun, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim bu da size dert olsun,” dediği o geceye dair söylentiler olarak kalsın derkenarda.
Seksen iki yıl sonra, ortaya çıkan itiraflar, tanıklıklar, artık gizliliği kalmamış raporlar üzerinden bilinen gerçek şu: Seyit Rıza’nın son isteği yerine getirilmedi. Öncesinde ailesinin toplu kırımına tanıklık etmiş aksakallı Seyit, dara çekilmeden önce görmemesini dilediğini de gördü. Seyit Rıza’nın son isteğinin aksine kendisinden önce dara çekilen oğlu Resik Hüseyin, Viyalek’teki evlerinin bombalanması sırasında kolundan şarapnel yarası almış, bandajlı eli – koluyla babasını ziyarete geldiği hapishane kapısında tutuklanmış, ertesinde kendisini idam sehpasında bulmuştu. Yedi idam mahkûmunun sandalyeleri Resik Hüseyin’den başlayarak birer birer tekmelenirken gösterilen acele, ölü bedenleri darağaçlarından indirmekte gösterilmedi. Hasan Saltık Arşivi’nde bulanan MAH’ın o tarihe ilişkin detaylı raporunda kayda geçen ifadelere göre, cesetler 17 Kasım gününe kadar darağaçlarında asılı bırakıldı. Ve nihayet iki gün sonrasında, şehir ahalisi uykudayken dardan indirilen cesetler traktöre yüklenip Keban yolunca uzaklaştırıldı. O yönde bir yerlerde cesetlerin üzerlerine gazyağı dökülüp yakıldı, kırıntılar ve küller toprakla gizlendi.
O gece yarısı görülen son celsede değişik hapis cezalarına çaptırılan insanlara ne oldu? Demenanlı Cebrail, Yusufanlı Kamer ve adlarını bilemediğimiz iki şahsiyet Seyit Rıza’dan da yaşlı kimselerdi. Bunların idam cezaları yaşlının da yaşlısı olmaları nedeniyle müebbet hapse çevrildi. Ancak o dört şahsiyetten Cebrail ve Kamer ağalar, Seyit Rıza gibi oğullarının ipte sallanışını gördü seher kuşlarının ötemediği o Pazar sabahının seher vakti. Sonrasında, Cebrail ve Kamer ağalar kader ortağı arkadaşlarıyla ülkenin değişik zindanlarına sürüldü. Onların hiçbiri kapatıldığı zindandan sağ çıkmadı. Kiminin kanları şırınga edildi, zafiyetten ölmesi sağlandı, kiminin aşına zehir karıldı, kimi işkencelerde can verdi. Zulmün dizgin tutmadığı o karanlık yıllarda can verenler, evlerinin yıkılıp yakıldığını, aile fertlerinin kırımdan geçildiğini, kiminin hiç kimsesi bırakılmadığını, geriye tek tük numunesi kalabilenlerinse sürgünden kurtulup sürgün yollarında yitip gittiklerini bilemediler.
Derler ki, “Dersim başlangıçta mekân-ı laldı. Ona dil veren toprağıyla baht tutandı.” Birliğini, dirliğini kaybettiğinde baht yıkıldı, sır bozuldu.