Sefiller, Paris’in banliyölerinden birinde geçiyor. Şehrin çeperlerindeki hayatlara odaklanan film, Fransa’nın sömürgeci geçmişinden miras kalan, köleleştirilmiş ve savaşlarla yıpratılmış “üçüncü dünya” ülkelerinden gelen göçmenlerin ikinci ve üçüncü kuşak çocuklarının dünyasına bakıyor. Kendisi de Mali kökenli olan Fransız yönetmen Ladj Ly’nin 2019’da çektiği film, yavaş yavaş kaynama noktasına ulaşan Montfermeil banliyösünde geçen birkaç güne izleyiciyi davet ediyor.
Tıpkı sıkça birlikte anıldığı Protesto gibi Sefiller de üç karakterin etrafında şekillenir. Ancak Protesto’nun aksine, film odağını ezilenleri temsil eden banliyö gençliğinden alıp, mahallede gölgesini eksik hissettirmeyen üç polise yerleştirerek izleyicilere alışık olmadıkları bir perspektif sunuyor. Stilize olmayan sinematografisi ve daha az şiirsel anlatımıyla da Protesto’dan ayrılıyor.
Filmin açılışında polisliğe yeni adım atan Chris’le tanışıyoruz. Yıllardır bu işi yapan Stéphane’ın fazla saf bulduğu Chris, kısa sürede görevine ciddiyetle yaklaşan, hatta yer yer idealist sayılabilecek bir profil çizer. Üçlünün üçüncü üyesi Gwada ise, Afrika kökenli olması sayesinde mahalle sakinleriyle onların dilinde iletişim kurabilen, “içerden” bir figürdür. Filmin ilk çeyreğinde bu üçlüyle birlikte banliyö sokaklarında devriye gezerken, yalnızca karakterlerle değil, aynı zamanda bu çok katmanlı mahallenin sosyopolitik yapısıyla da tanışırız.
Hafıza kartı
Filmin bu ilk çeyreğinde içine girdiğimiz hareketli dünya, herhangi bir şehirden daha farklı dinamiklere sahip. Mahalle sakinleri, Fransa’nın sömürgeci geçmişini temsil eden Afrikalı göçmenler, mülksüzler, yoksullar ve marjinalize edilmiş grupladan oluşuyor. Paris’in ışıltılı sokaklarının yerini ise yükseklere uzanan tektip sosyal konutlar alıyor. Tüm bu mekanı dolduran sınıfsal ve ırksal çatışma ise Ladj Ly’nin heyecanlı ama sakin hikaye anlatıcılığıyla gözlemleniyor. Film ise en büyük gücünü burdan alıyor; Ly, mekânın sınıfsal ve ırksal kodlarını görünür kılarak, karakterlerin bireysel hikâyelerini tarihsel ve toplumsal bir bağlamla derinleştiriyor. Banliyö , bir anlamıyla, yalnızca bir arka plan değil, çatışmanın hem sahnesi hem de sebebi haline geliyor.
Mahallede sirk işleten Roman topluluğuna ait bir aslan yavrusunun çalınmasıyla, Romanlar ile Müslümanlar arasındaki gerilim hızla tırmanır; Romanlar, hayvanın mahalledeki siyah çocuklardan biri tarafından alındığından emindir. Bunun üzerine Isaac adlı yavruyu çaldığı düşünülen çocuğu bulan Chris, Stéphane ve Gwada, onu bir sokakta sıkıştırarak gözaltına almaya çalışırlar. Ancak çevredeki diğer çocukların müdahalesiyle ortalık karışır ve Gwada, Isaac’ı plastik mermiyle “yanlışlıkla” vurarak ağır şekilde yaralar.
Bundan sonra bu üç polis memuru kaçar; siyah yoksul banliyö çocuklarından biri olan Isaac’ı pek kimse savunmaz, ve muhtemelen yaptıkları cezasızlıkla sonuçlanırdı. Ancak üçlü bir dron ile filme alındıklarını fark ederler. Artık yalnızca bulup sahiplerine geri vermeleri gereken bir aslan yavrusu değil, bir de suçu belgeleyen bir hafıza kartı vardır. Eğer kartı derhal bulup imha edemezler ve görüntüler dolaşıma girerse, banliyölerde 2005’dekine benzer binlerce arabanın yakıldığı, binlerce kişinin tutuklandığı, sıkıyönetimin ilan edildiği yeni bir isyan patlak verebilir.
Üçlü, baygın haldeki Isaac’ı arabayı bindirip bu defa dronun sahibi çocuğun peşine düşer. Her ne kadar “iyi polis” Chris, tüm bu olanlara karşın onları eleştirse ve dirense de günün sonunda öyle veya böyle onlarla beraber hareket eder. Ly burada, “iyi polisin” imkanına dair sert ve karamsar bir tablo çizer.
Chris’in bireysel ahlaki itirazı, polisliğin kurumsallaşmış şiddeti ve cezasızlık yapısı içinde hızla etkisizleşir. Niyetin sistem karşısındaki yetersizliği; etik bireyselliğin, otoriter aygıtlar içindeki kırılganlığı ve kolayca eriyip yok oluşu…
İsyan patlak verdiğinde
İsyanın patlak vermesiyle birlikte, film sadece yüzeydeki çatışmayı değil, Fransa’nın tarihsel ve yapısal sorunlarını da ortaya koyar. Banliyöler, sadece mekânsal bir dışlanmışlık alanı değil; sömürgeci geçmişin, ekonomik eşitsizliğin ve sosyal ayrımcılığın mekansal bir izdüşümüdür. Sefiller, polis ve mahalle sakinleri arasındaki şiddetli karşılaşmayı, devletin temsil ettiği otoritenin meşruiyetini ve onun marjinalize edilmişlere yönelik baskı mekanizmalarını sorgulamak için küçük bir evren olarak kullanır.
Chris’in iyi niyetli bireyselliği dahi, sistemin derin yapısal sorunları karşısında yetersiz kalır; iyilik ve adalet kavramları, kurumsal şiddet ve toplumsal ötekileştirmenin içinde bulanıklaşır. Böylece film, izleyiciyi yalnızca somut bir çatışmanın değil, modern devletin iktidar ilişkileri ve vatandaşlık siyaseti üzerindeki karmaşık gerilimlerin tanığı olmaya çağırır. Bu bağlamda Sefiller, sadece bir polisiye ya da toplumsal drama değil, çağdaş bir siyasi alegori niteliği taşır.
Oscar Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film dalında aday gösterilen, ancak ödülü Parazit’e kaptıran; Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’ne ve César Ödülleri’nde ise birçok ödüle layık görülen Sefiller (Les Misérables, 2019), bu ay MUBİ’nin Türkiye kataloğunda izleyiciyle buluşuyor.