İslam adına hareket ettiğini zanneden birkaç kandırılmış kişi ile ABD’nin maşası olan DAİŞ liderleri, dört bir yandan Kürtleri kuşatıp boğmak; onları yok etmek istiyorlardı. Oysa Kürtler, Ortadoğu’nun en eski halkıdır. Dönem kapatıp dönem açan Med İmparatorluğu’nu kurmuş, Zerdüşt gibi felsefeyle dinî düşünceyi bütünleştirerek zihinsel sıçramalara yol açmış büyük kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Selahaddin Eyyûbî gibi, Haçlı ordularını kendi coğrafyasından kovmuş yiğit evlatlara sahiptir. Kemal Pirlerin, Haki Karerlerin onurlandırdığı; Hayriler, Mazlumlar, Egîdler, Bêrîtanlar, Zîlanlar ve Semalar gibi isimlerin öncülük ettiği bu halk, Önder Apo’nun önderliğinde “kuyruğu olduğu” zannedilen bir halktan tüm dünyaya örnek olacak bir ulus yarattı.
Kapitalist modernitenin ve onun uşaklarının bu kutsala reva gördüğü her tür çirkin yakıştırmayı ustalıkla söküp attı. Kobanê döneminde bu onurlu halka dört bir yandan saldırıyorlardı. Şengal ile başlayan katliam Kobanê ile devam etmiş, sıra Kuzey Kürdistan’a gelmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nde dönemin bürokratik gücünü elinde tutan yapının desteklediği Ortadoğu JİTEM’i, DAİŞ’in Türkiye’deki uzantıları olan Hizbul-Kontra üyeleri, doksanlarda yaptıkları katliamlara benzer katliamlar yapmanın peşindeydiler. Başı sarıklı ve eli palalı olan, tüm insanlık değerlerini yakıp yıkmak isteyen bu yeni hastalıklı beyinler Kürdistan sokaklarında gezmeye başlamışlardı. Halka yapılan baskılar artmış, bu çete saldırıları artık daha görünür hale gelmişti. Kobanê tarafından yapılan saldırılarla kuzeydeki işbirlikçileri sınırda buluşup Ağrı’ya kadar, oradan Rojhilat Kürdistanı’na yürümeyi akıllarına koymuşlardı.
Son kırk yıldır sıcak bir savaşın içinde olan ve PKK ile korkularını üzerinden atmış, bu uğruda binlerce canını vermiş (savaş kaçkınları liberallerin bunu anlamasını elbette beklemiyorum. Biz her şeye rağmen yaşayan bir halk olmadık. Olmayacağız.) savaşçı bir halk haline gelen Kürt halkı içten içe isyan ediyor ama ne yapacağına karar veremiyordu. Önderlikleri, Önder Apo tecrit altındaydı. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Savaşa gerillayı katmak ABD’nin planına su taşıyacağı için Kürt örgütleri temkinli davranıyordu. Önder Apo’nun hakimiyetine ve talimatına hasret olan halk, KCK ve HDP’nin halkı sokağa çağırmasıyla düşmana karşı ilk hamle başlamış oldu. Halk ayaklandı ve ilk saldırdığı güçler DAİŞ’in işbirlikçileri oldu. Lağım fareleri gibi yeraltına dönmeye başlayan bu ABD işbirlikçileri, hem dönemin devlet bürokrasisinin içinde vardı hem de sokakta yer alıyorlardı.
Savaşı büyütmek isteyen bu zihniyete Kürt halkı karşılık verdi. Olaylar büyüdü, kontrolden çıkmaya başladı. Dönemin iktidarı, hâkim olamadığı bürokrasiyi kışlasına çekmeyi başaramadı. KCK ve HDP de aynı çağrıları yaptı ama hem savaş meydanındaki DAİŞ ajanlarının kışkırtması hem de haksızlığa karşı yeterince dolmuş olan Kürt halkının tepkisi giderek büyüyordu. Müdahale edilmezse ülkeyi Suriye’ye döndürecek bu gelişmeler için tek çare vardı: Her koşulda ve her şartta kendi önderinin söyleyeceği her sözü baş tacı eden Önder Apo’dan bu oyunu durdurması istenecekti.
Ama bir sorun vardı: Önder Apo tecrit altındaydı ve zaten bu durum olayları buraya kadar getirmişti. Bunun pişmanlığını geç fark eden hükümet, apar topar İmralı’ya gitti. Önder Apo’ya durum aktarıldı ve oyunu bozması istendi. Önder Apo’nun kendi kalemiyle yazdığı iki cümlelik not olayları bitirmeye yetmişti. Önder Apo’dan not gelene kadar 50’den fazla insan ölmüştü. Peki, bu gelişmeye bakıldığında bu elli insanın bedelini kim ödemeliydi? Hakikatli bir göz ve kulak, birinci dereceden suçlunun devlet bürokrasisinin o dönemdeki yapılanması olduğunu bilir. İkinci derecede suçlular ise DAİŞ ile işbirliği yapan Amed’teki eski Hizbul-Kontra üyeleridir. Olası bir iç savaşın önüne geçen ise Önder Apo oldu. Yani 1993’ten bugüne kadar barış kavramını anlatmaya çalışan ve bunu uygulayan Önder Apo, bir kez daha bu ülkeyi felaketlerden kurtardı.
Şimdi denilecek ki “Halkı sokağa KCK ve HDP çağırdı.” Ülkesi denizaşırı saldırılara maruz kalan her lider, kendi halkını bu işgal güçlerine karşı sokağa çağırır. Bu, var olmanın gereğidir. Ama devlet, gün gibi ortada olan olayların karşısında ne yaptı? Kürt halkının el bebek gül bebek yetiştirdiği, parti liderlerini ve yönetimde yer alan birçok arkadaşımızı zindana attı. Dönemin bürokratlarını yargılayacağına, Kürt halkının evlatlarını zindana attı. Sekiz yıldır tutuklu olan siyasetçi arkadaşlarımızı Avrupa “bırakın” demesine rağmen hâlâ bırakmadılar. Ama bu arkadaşların tahliyeleri de yakın görünüyor. Bu halk, kendi evlatlarını 1980’lerin en zor zindan koşullarında yalnız bırakmadı; şimdi de yalnız bırakmıyor ve bu evlatlarını o zindanlardan çıkaracaktır. Selahattin arkadaş yeniden sazını eline alacak, Figen yoldaş yeniden gözünü kırpmadan sağır kulaklara bağıracaktır. Halkla hasret giderecek, sonra güneşe hep beraber gideceğiz. Halkın halay sevincini Önder Apo’ya anlatacak ve tıpkı Kobanê döneminde gelen o kutsal notlardan isteyeceğiz. Demokratik Savaşı büyüteceğiz. Suriye yetmez, Irak, İran, Filistin’i yeniden kuracağız. Kapitalizmin pençelerinde pamuk şekeri gibi eriyip can çekişen, anlamsızlığın acısını çeken Avrupa’nın sarışın mavi gözlü gençlerine yaşamı anlatacağız.
Yaşamı, uğrunda ölünecek kadar seven bir halkın evlatları olarak Avrupa’ya güneşi taşıyacağız.
Selahattinimizi, Figenimizi bırakın!
Onlar da biliyor, biz de biliyoruz; Êzdînşêr de biliyordu,
Güneşsiz Ortadoğu düşünülemez.









