HTŞ normalleşmesi, uygulanabilirlik açısından sınırlı ve riskli bir stratejidir. Batı için cazip görünebilir, fakat sahadaki dengeler, bölgesel tepkiler ve demokratik çözüm alternatifleri dikkate alınmadan kalıcı başarı sağlaması mümkün değildir. Tabii amaç gerçekten barışsa…
Sinan Cudi
Ortadoğu siyasetinde hegemon güçlerin evrimi 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında İngiltere ve Fransa’nın kolonyal ve mandacı politikalarıyla başlamış, Birinci Dünya Savaşı sonrası Sykes-Picot ile çizilen sınırlarla pekişmiş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ABD’nin yükselişi ve İsrail’le kurduğu özel ittifak üzerinden şekillenmiştir. İngiltere ve Fransa, bu süreçte “dengeleyici” ve kimi zaman da “engelleyici” bir rol üstlenmiş, ABD ise özellikle Eisenhower Doktrini’nden itibaren daha tek taraflı bir çizgiye oturmuş, İsrail’in güvenliği merkezli bir strateji inşa etmiştir.
Bu çerçevede 17 Eylül 2025’te Trump’ın Windsor Kalesi ziyareti, İngiltere’nin halen ABD politikalarına karşı “engelleyici” mi kalacağı yoksa tamamen uyumlu hale mi geleceği tartışmasını yeniden açmıştır. Zira Starmer hükümeti Filistin devletini tanıma kararını açıklayarak ABD çizgisinden belirgin biçimde ayrışmış, İran konusunda ise müzakereci pozisyonunu sürdürmüştür. Trump’ın ziyareti ekonomik ve sembolik yanlar taşısa da asıl mesele İngiltere’nin bu engelleyici mirası sürdürüp sürdürmeyeceğiyle ilgilidir.
Bu tabloya eklenen yeni bir boyut, ABD ve İsrail’in bölgesel stratejilerinde Siyasi İslam ve selefi örgütlenmeleri araçsallaştırma eğilimidir.
7 Temmuz 2025’te ABD Dışişleri Bakanlığı HTŞ’yi Yabancı Terör Örgütleri listesinden çıkaracağını duyurdu. 12 Eylül’de CENTCOM komutanı Şam’a giderek Suriye liderleriyle resmi görüşmeler yaptı. HTŞ lideri Ahmed Al Şara’nın BM Genel Kurulu’na çağrılması ve dışişleri bakanının ABD’de ağırlanması bu sürecin diğer halkaları oldu. BM gibi bir platformda görünürlük kazanmak, selefi kökenli bir örgüt için yalnızca bir sembol değil, uluslararası sistemin ona açtığı bir kapı anlamına gelir. Burada asıl kritik soru, bu stratejinin uygulanabilir olup olmadığıdır.
ABD sahada var olan bir aktörü sisteme çekerek maliyetleri düşürür, doğrudan işgal ya da uzun süreli askeri angajmanlardan kaçınır, finansal akış ve diplomatik görünürlük üzerinden yeni bir ortak üretir. Bu mantık cazip çünkü kısa vadeli sonuç üretme kapasitesine sahiptir. Fakat stratejinin sahaya dökülmesinde altı temel engel vardır.
Birincisi yerel meşruiyet sorunudur. HTŞ’nin hakimiyeti olabilir ama bu, sivil yönetişim kapasitesiyle aynı şey değildir. İkincisi finansal entegrasyonun zorluklarıdır. FTO listesinden çıkarılmak yasal bir kapı açar, ABD yönetimi karar alabilir ama Kongre’nin tavrı, Avrupa Birliği’nin uyumu ve küresel finans piyasalarının çekinceleri devam eder. Üçüncü engel bölgesel aktörlerin tepkisidir. Birçok ülke Suriye sahnesinde kendi çıkarları doğrultusunda pozisyon alıyor ve HTŞ’nin normalleşmesi bu hesapları doğrudan etkiliyor. Dördüncü engel ideolojik meşruiyet meselesidir. Selefi kökenli bir aktöre uluslararası meşruiyet sağlamak, Batı’nın yıllardır inşa ettiği ‘terörle mücadele’ söylemini zedeler. Beşinci engel ise iç politik dinamiklerdir. ABD’de Kongre, İngiltere’de kamuoyu, Avrupa’da insan hakları çevreleri bu tür normalleşmeleri sert eleştirebilir ve sürdürülebilirliği zayıflatabilir. Altıncı ve en önemlisi de, yeni Suriye’nin oluşumunda halkların demokratik ulus seçeneğinin bölge ve dünyada yarattığı tepki dalgasıdır.
Bu noktada Rojava’nın varlığı uygulanabilirlik analizinde kilit bir unsur haline gelir. Demokratik konfederalizm üzerine inşa edilen bu model, HTŞ’nin normalleşme çabalarıyla doğrudan çelişir. HTŞ’nin sahada alan kazanması Rojava’nın siyasal varlığına yönelik tehdidi büyütür, bu da sahadaki çatışma potansiyelini artırır. Dolayısıyla Batı’nın HTŞ’yi sisteme entegre etme stratejisi, aynı zamanda Rojava’yı dışlama siyasetini de beraberinde taşır. Bu dışlama, yalnızca Kürtler açısından değil bölgedeki demokratik dönüşüm talepleri açısından da yıkıcı sonuçlar doğurur.
Burada Önder Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te yaptığı Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı denklemin içine giriyor. Eğer Ankara bu çağrıyı ciddiye alırsa, Türkiye’nin Suriye politikalarında ve Kürtlerle ilişkisinde sertlikten ziyade müzakere ve çözüm eksenine kayma ihtimali güçlenir.
Sonuç itibariyle HTŞ’nin uluslararası sisteme entegre edilmesi stratejisi kısa vadeli pragmatik kazançlar vaat etse de uygulanabilirliği tartışmalıdır. Önder Öcalan’ın barış çağrısı, Türkiye’nin pozisyonunu değiştirerek bu stratejiyi olumlu ya da olumsuz yönde dönüştürebilecek bir dış değişken olarak öne çıkıyor. Rojava’nın varlığı ise alternatif demokratik model olarak bu stratejinin en büyük sınavıdır. HTŞ’nin normalleşmesi, Rojava’nın dışlanması pahasına gerçekleşirse, bölgedeki demokratik çözüm arayışları zayıflar ve uzun vadeli istikrarsızlık derinleşir. Kısacası HTŞ normalleşmesi, uygulanabilirlik açısından sınırlı ve riskli bir stratejidir. Batı için cazip görünebilir, fakat sahadaki dengeler, bölgesel tepkiler ve demokratik çözüm alternatifleri dikkate alınmadan kalıcı başarı sağlaması mümkün değildir. Tabii amaç gerçekten barışsa…