Feminist Selin Top: ‘İktidarın Kürtlere yönelik savaş politikalarından hiçbir coğrafya azade değil. Bizim yaşama sahip çıkmamız lazım. Sokaklarda özgürce dolaşabilmemiz için demokrasiye ihtiyacımız var’
Nesli Şahiner
Savaş politikaları yıkım, yoksulluk, şiddet ve katliam demek. Hukukun ortadan kaldırılması, emek sömürüsünün derinleştirilmesi, en temel hakların gasp edilmesi demek. Yıllardır Kürt halkına yönelik yürütülen ağır savaş, tüm ülkeye de sirayet eden bir yönelime sahip. Bu tablonun kadın ve çocuklara yansıması ise çok daha ağır. Bu ağır taployu değiştirmek ve barışa dönüştürmek için kadınlar, İstanbul’da 22-23 Şubat tarihlerinde bir çalıştay düzenledi. Çalıştay sonunda ise “Barışa İhtiyacım Var İnisiyatifi” kuruldu. İnisiyatifte yer alan üç kadın, hem savaşın ağır tablosunu hem de barışın neden elzem bir ihtiyaç olduğunu gazetemize anlattı.
İlk konuğumuz Aralık Feminist Kolektif’ten feminist aktivist Selin Top oldu…
- AKP iktidarı Kürtlere yönelik savaş politikalarının yanı sıra Suriye’de de savaş politikalarını sürdürüyor. Bu durum batıya ve kadınlara nasıl yansıyor?
Bugün eski biçimiyle savaştan bahsettiğimizde insanların aklına Türkiye gelmiyor. Doğrudan silahlı çatışmaların olduğu sıcak savaşın yokluğunda, ya da gözden ıraklığında savaş soyut bir konsept gibi algılanıyor. Ama aslında hepimiz içerisinde bulunduğumuz coğrafyadaki savaşın sonuçlarını yaşıyoruz. Bu hem bölgede süren İsrail’in Filistin’e dönük soykırım saldırısı hem Suriye’deki savaş – beraberinde gelen HTŞ yönetimi ve Alevilere dönük soykırımcı yaklaşımı, hem doğrudan Türkiye’nin Rojava’ya dönük saldırıları hem de Suriye’de söz sahibi olma hevesinde somutlanıyor aslında. Diğer yandan, sıcak çatışma koşullarında yaşamıyor olanlar da savaşa, soykırıma, ayrımcılığa sessiz kalmadıkları ölçüde düşman hukukuyla, baskıyla, hapsedilmeyle karşı karşıya. Ve itiraz etmeseniz dahi savaşlara, çatışmalara, sömürgeci hayallere ayrılan devasa bütçelerle de tüm bölge insanları olarak ekonomik ve sosyal bir yoksunluğa terkedilmiş durumdayız.
Dahası Türkiye’nin kuruluşundan bu yana Kürtleri eşit yurttaş olarak tanımaması zaten onlarca yıldır hayatlarımıza ayrımcılık, ırkçılık, ölümler, kayıplar, tutukluluklar, toprağın, doğanın, köylerin talanı/insansızlaştırılması olarak yansıyor. Bir yandan “yasal”mış gibi gösterilerek (ki zaten uzun bir süredir Türkiye’de bir hukuk devletinden bahsedemiyoruz) Kürt siyasetçilerin tutuklanması, seçilen belediye eşbaşkanlarının görevden alınmaları ve yerel yönetimlerin kayyım ile gasp edilmesi olarak sürüyor.
Savaşın ekonomik ve toplumsal boyutlarını konuştuğumuzda, genel anlamda savaş ekonomisinin etkisini ve savaş ortamıyla artan militarizm ve ırkçılığın beslediği patriyarkaya değinmek lazım. Bunu bir yandan, bu totaliter rejim savaşını sürdürürken ihtiyacı olan asker ve işçinin üretilmesi için kadınlara doğum talimatları olarak görüyoruz (kaç tane, nasıl, muhakkak evlilikle ve heteroseksist bir aile yapısı ile) hem de doğrudan savaşan egemen iktidarın kolluk güçleri, korucu, vs. eliyle taciz, cinsel şiddet, kadın bedenini adeta işgal edilecek bir alan olarak düşünmesinde görüyoruz. Bombalanan evlere giren kolluk güçlerinin kadınların iç çamaşırlarını teşhir etmesi, öldürülen Ekin Wan’ın çıplak bedeninin fotoğraflarının yayılması, Garibe Gezer’in cezaevinde işkence ve cinsel şiddete maruz kalıp intihara sürüklenmesi, Kürt illerinde genç kadın intiharları/şüpheli ölümler/Gülistan Doku gibi kaybedilmeler, kolluk güçlerinin cinsel şiddet/tacizlerinin cezasız bırakılması… Bunların hepsi savaş koşullarında beslenen ve cezasız bırakılan erkeklik. Cynthia Enloe, “Muzlar, Plajlar, Askeri Üsler”de tam da askeri üslerin kurulduğunda etrafında oluşan sistemde kadınların beden ve emeklerinin nasıl da sömürüldüğünü anlatır.
Kürt illerinde, devletin yürüttüğü savaşın araçlarından biri olan kayyım siyasetiyle şehirlerin kadınları kamusal alandan adeta silen, şiddetle mücadele mekanizmalarına ulaşmasını imkansız hale getiren, kadın merkezlerini kapatan, kadınların kente erişimini sağlayan Jin Kart’ı kaldıran, kreşleri önleyen, kadın kooperatiflerinin malzemelerine el koyup kapatan, bunların yerine Kuran kursu açan, kadınları evlilikte erkek şiddetine şükredeceği eğitimler veren kurumlara çeviren bir uygulama kayyım uygulaması. İktidarın bölgedeki savaş politikasının patriyarkal ve milliyetçi yansımasında, bu yönetim altındayken hiçbir coğrafya azade değil. Kürt illerinde bir pratik olarak uygulanan kayyım ve onun patriyarkal saldırısı oradan sonra batı-doğu-kuzey ayırmadan geliyor. Nitekim İstanbul’da da kent uzlaşısı olan ilçelere kayyım atıyor, kendisine rakip gördüğü İBB başkanını tutuklayabiliyor. Çünkü keyfi ve hukuksuz uygulamalarını Kürt illerinde pratik etmiş, bir deneyimi var, bu saldırıyı istediği gibi genişletir önünde durulmadığı sürece.
Bir devletin totaliter yapısını güçlendiren her uygulamanın kadınlara yansıması patriyarkanın şiddetlenmesi, güçlenmesi şeklinde oluyor. 2025 senesi “aile yılı” ilan edilirken, 19 Nisan’da aile bakanı diyor ki, “doğum oranları böyle giderse askere gönderecek insan bulamayacağız”. Kadınlara daha fazla doğurun derken de kayıtlı ve tam zamanlı kadın istihdamı oranı yüzde 19, asgari ücret 22 bin, kreş yok, hane içerisinde erkek şiddetine karşı mekanizmalar zayıf, hasta/yaşlı bakımı kadınlar üzerinde; bunda da diyorlar ki “müjde, aile ve iş yaşamını uyumlulaştıracağız”. Yani savaşlarına asker, fabrikalarına ucuz işçi için bedenimizi, emeğimizi her şeyimizle bizi sömürmek istiyorlar. Aynı güçlenen patriyarka ile aileyi güçlendirelim derken de LGBTİ+ varoluşu adeta cezalandırılacak uygulamalar ve söylemler kuruyor. Ülkenin bakanları, cumhurbaşkanı alenen nefret suçu işliyor, nefret söylemini güçlendiriyor. Yakın zamanda Medeni Kanun ve TCK’da yapılması öngörülen değişiklik taslağı da dahil bu totaliter rejimi destekleyecek, büyütecek tüm uygulamalara karşı ortak bir mücadele verilmesi gerekiyor.
- 8 Mart, 25 Kasım eylemleri fiilen yasak. Kadınların haklarını savunması, kadın cinayetlerini protesto etmesi dahi suç sayılıyor. Bunun savaş politikalarıyla bağı var mı?
Elbette. Onur yürüyüşleri yasakları, 1 Mayıs yasakları, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde, 25 Kasım’da Taksim’i, tüm şehri ablukaya alıp ulaşım hakkını, kent hakkını kısıtlayan bir yaklaşımla kapatılması faşist bir rejimin inşasında devletin uygulamalarıydı. İktidarın savaş politikasını sürdürebilmesi için sürekli bir “düşman” üretmesi gerekiyor. Şu anda mevcut iktidarın uygulamalarını desteklemeyen tüm kesimler “terörist”. Eşit ve özgür bir yaşam için, başka bir dünya için mücadele yürütenleri zaten her daim “terörist” ilan ederlerken, artık gelinen noktada bir kahve dükkanını boykot etmenizden tutun da, kadın cinayetlerine karşı mücadele etmeye, pazarda uzatılan bir mikrofona meyve sebze pahalılığından dem vurmaktan, emekli maaşlarının insanca bir yaşam için imkansız bir rakam olduğunu ifade etmeye kadar geniş bir skaladan bahsediyoruz. İşçilerin greve gitmesi bu rejim için “milli güvenlik sorunu”. Türkiye Cumhuriyeti’nin daimi bir “milli güvenlik”, “milli değerler”, “toplum hassasiyeti” sorunu var. Bunun da savaş politikalarıyla bir bağı var, daimi olarak birileri ile “savaşması” gerekiyor ki bekasını sürdürsün. Bu da tüm hak mücadelelerinde saldırılar ve iktidarın şiddetine maruz kalmamız olarak yansıyor bizlere.
- Savaş, cinsiyetçilik, ırkçılık ve nefret politikaları toplumu bölmüş durumda. Böyle bir ortamda barışın toplumsallaştırılması mümkün mü?
İçerisinde bulunduğumuz dönem, ne yazık ki AKP-MHP iktidarının uzun yıllara yayılan ve tüm toplumu dönüştürme projesinin sonucu ırkçılık ve milliyetçiliğin örgütlendiği bir dönem. Bunu yakın zamanda 19 Mart sonrası süreçte Saraçhane’ye gelen bazı kesimlerde de gördük. Bir yandan da mevcut iktidar saldırgan politikaları sonucu hem ekonomiyi içinden çıkılmaz bir hale getirdi, hem içeride tüm kesimleri huzursuzluğa hapseden bir dünya yarattı ama bir yandan da Ortadoğu’daki yeni şekillenmede bir söz sahibi olmak istiyor; yani özetle bu barışa onun da artık ihtiyacı var. Son süreçte İBB başkanının tutuklanması ile başlayan sokak hareketliliğinde öğrencilerden işçilere, kadınlar, LGBTİ+’lardan çiftçilere, sanatçılara tüm kesimler “artık bu şekilde yaşamak istemiyoruz” diyerek demokrasi talebinin yükseltildiğini görüyoruz. Ne kadar kutuplaşma olsa da aslında bu dönemde işte tam da bu hak gasplarının, hayatlarımızı dar etme çabalarının iktidarın faşist düzenini sağlayan savaş politikaları ile doğrudan bağını anlatma zamanı olabilir. Şişli’ye atanan, Esenyurt’a atanan kayyım ile Batman’a, Mardin’e atanan kayyımın, İBB Başkanı’nın CB adayı olacağını açıklaması ile diplomasının iptal edilmesi ve tutuklanmasının, Erdoğan’a “seni başkan yaptırmayacağız” diyen Selahattin Demirtaş’ın 8 yıldır tutuklu olması ile doğrudan bir bağlantısı var. Bizim bu bağlantıyı ve beslendiği totaliter politikayı, bu politikanın yıllardır bizlere ne yaptığını konuşmamız gerekiyor. Bu barışa hepimizin ihtiyacı var. İşimiz kolay değil, farkındayız; ancak iktidarın baskıcı politikalarına karşı birleşik mücadeleyi büyütmemiz gerekiyor.
- Feministler, kadın hareketleri ve Kürt kadınlar olarak 22 Şubat’ta çalıştay yaptınız ve ‘Barışa İhtiyacım Var İnisiyatifi’ oluşturdunuz. Çalışmanın önemini değerlendirir misiniz?
Feministler ve Kürt Kadın Hareketi arasında uzun yıllara dayanan bir yoldaşlık var, patriyarkal sisteme karşı mücadelemiz ortak. Bu 90’larda da böyleydi “arkadaşıma dokunma” kampanyasıyla, 2000’lerde de KÖM, Barış için Kadın Girişimi çalışmalarıyla da ve şimdi de. Aslında Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi (BİV) öncesi feministler olarak yerel seçimler sonrası, kayyımlardan geri kazanılan belediyelerdeki eşbaşkan arkadaşlarımızı ziyaret etmek, uzun yıllardır devlet tarafından alıkonulmuş cezaevinden çıkmış arkadaşlarımızla buluşmak için Amed, Batman, Van, Yüksekova’ya gidişlerimizde ortak mücadele zeminine ihtiyacımızı konuşmaya başlamıştık. Ardından Hakkari ile kayyım atamaları başladı. Kayyım siyasetine, cinsiyetçi politikalara ve savaşa karşı birlikte birşeyler yapmak için platform ihtiyacını konuşurken, bu ihtiyaç daha genel bir barış mücadelesi ihtiyacına dönüştü ve BİV için de daha geniş bir mücadele hattı olarak kadın hareketi, feministler, TJA birlikte bu ilk çalıştayı örgütledik. Bu çalışma sıcak savaş olarak görülmeyen mevcut savaş politikaları sürerken, barış talebini anlatmanın güçlüğü karşısında savaşın kadınlar açısından ne anlama geldiğini anlatmak ve barış ihtiyacını yüksek sesle dile getirebilmek için önemli.
- ‘Barışa İhtiyacım Var İnisiyatifi‘ olarak bundan sonraki adımlarınız nasıl olacak, nasıl çalışmalar yapacaksınız?
Hepimiz bulunduğumuz yerlerden erişebildiğimiz herkese barışa neden ihtiyacımız olduğunu anlatmaya çalışacağız. Barış mücadelesinin demokrasi mücadelesinden ayrı olamayacağını, savaş iktidarının beslediği patriyarkayı bunun hayatlarımıza yansımasını anlatacağız. Barış mücadelesi ile kayyıma karşı mücadelenin, LGBTİ+’lara dönük saldırılara karşı mücadelenin, kentlerimizin, topraklarımızın, zeytin ağaçlarımızın yok edilmesine karşı mücadelenin, hayvanların yaşam hakkı için mücadelenin, sınıf mücadelesinin, demokrasi mücadelesinin bir ve ortak olduğunu görmenin zamanındayız.
Barışa dair kadınlara mesajınız ne olur?
Klişe de olacak ama barışın kaybedeni olmaz. Bu totaliter, bu dinci faşist rejim bizleri boğuyor. Yaşama alanı bırakmıyor. Bizim yaşama sahip çıkmamız lazım. Sokaklarda özgürce dolaşabilmemiz, korkmadan var olabilmemiz, hakkımızı arayabilmek için ağzımızı açtığımızda devletin saldırısına maruz kalmayacağımız bir demokrasiye ihtiyacımız var. Biz barış sürecini bir erkek siyasetçinin el sıkma sürecinden başlatmıyoruz. Yüksek siyasetin konusu olarak da görmüyoruz. Barışa dair kendi tanımımız var. Birbirimizin elini tutup bu faşist iktidara karşı barışı, onların istediği onların tanımladığı çerçevede değil, kendi ihtiyacımıza göre savunacağız.