“Gel Daye, şuraya otur” diyor ikinci kızımın yaşında bir genç kadın. Ancak sesini duyuyorum. Salonda, tam karşımda duran televizyona kilitleniyor gözlerim. Birileri konuşuyor ama ne kim olduğunu görebiliyorum ne de konuşulanları duyuyor gibiyim. Biri elimi tutuyor, fark ediyorum onu. Yılların hasretini birlikte taşıdığımız bir Leçek Spî’li o. Benden kaç yaş küçük. Gerçi hepimiz aynı yaştayız diyorum bazen içimden. Hem üç bin yıllık hem üç günlük. Saçlarımızın aklığına ve ağırlığına bakılırsa hem dün kadar yaşlı ve yorgun hem de yarın kadar umut doluyuz. Elimi tutup sarıyor. Öpmek mi istiyor ne? “Wi!” diyorum ve hemen çöküyorum yanına. Bir dağ kadar yorgun hissediyorum kendimi bu anda.
Bir uğultu var, kulaklarımda bir uğultu. Fark ediyorum, televizyonun sesi çok yüksek. Yok, salon kalabalık. Ama hiçbiri konuşmuyor ki! Yanımdaki can ağrım da. Arada bir bana baktığını görüyorum. Yok, ben ona bakıyorum.
“Görüntüler az sonra.” Öyle yalın, öyle kalabalık, öyle yalnızlık dolu duyuyorum ki bu sesi. Bir kadın sesi. Bir ananın çocuğu o da. Bense bir çocuğun anasıyım. Sırtımda duran küçük kırlenti alıp karnıma bastırıyorum. Wey Daye! Keşke gidip kendi başımı indireceğim bir ağacın gövdesine sığınsaydım diyorum bu anda. Bu zaman bana çok uzak ve ağır geliyor çünkü.
Oysa! Oysa ki yıllarım, yıllarımız bunun için değil miydi? Kızlarımız, oğullarımız gelsin yürek başımıza diye bunca çile değil miydi çektiğimiz? Çile mi? Beklemenin çilesini anlar mı bu çocuklar. “Ana” demiş bir gün, bir arkadaşı öyle anlatıyordu, “bu dağlar kadar özgür olduğumuz bir yer söylesin bize.” Dağlara her ölüm uğradığında çığlıklar atarak uyanan bendim.
***
Eline diken batsa ağrıyan benim etim olur. Kurşunun paramparça ettiği yürekte benim etim var. Benim ahım. Ve de hasretim. Doyamadığım kokun.
Ben senin hasretinle ayakta kalmışım çocuğum. Ya şimdi gelip yanıma oturan Siya Ana. Her an ellerini öpmek istemem benden büyüklüğünden değil, acısının büyüklüğündendir.
Ben seni görmenin kızgınlığıyla gelmişim. Ya Siya Ana? Sana kızgınım tabii. Gitme dediğimde gittin. Gel dediğimde gelmedin. Siz çocuklar neden bu kadar inatçısınız anlamadım ki?
Ben de sana geldim. Sana katıldım. Rahatladın mı şimdi?
Seni görürüm diye kıpırdamadan bakıyorum televizyona. Gelirsin diye? İşte benim çocuğum! Yok haykırmayacağım böyle. Siya Ana’nın çocuğu gelmeyecek çünkü. Canlı kanlı bir çocuk görmeyecek bir daha karşısında.
“Şimdi…” diyor sunucu. Bu önde yürüyen kadın. Bu vakur, bu dağ kadar, bu tanrısına isyan etmiş, bu tanrıları doğurmuş kadın nasıl da önde yürüyor öyle. Bu kızım kadar… Kızımın yoldaşı. Kızımın komutanı… Ya kızım!
“Bunlar bizim çocuklarımız. Biz doğurduk onları…”
Siya Ana, diyorum. Ağlıyoruz ikimiz de. Herkes ağlıyor! Ağlayanlara gözyaşı taşıyan çocuklar bunlar. Çok bedel, çok çok bedelin çocukları bunlar. Yolların yolcuları. Yoldaşın yoldaşları…
***
Seni gördüm ana. Sizleri gördüm. Oğul ve kızlarınızın adına konuşma cüretim yok benim. Ne de hakkım. Adı ile haykırdıkları hakikatten başka onların adına konuşacak olan da yok.
Gördüğünüz her bir oğul ve kızı kendinizden bildiniz. Yüreğinizin en yangınlı haliyle hem de. Hiç gelmeyecek olan çocuğunuzun adını haykırdınız orada sıra sıra yürüyenlere. Teskin edici en büyük sözün barış olduğunu haykırdıklarında gözlerinizden akan yaşın ağırlığını bütün dünya gelse kaldıramaz.
Mübarek ellerinizden öpüyorum.