Bugün Topağacı’nda kaybedilen yalnızca bir semtin binaları değil; komşulukların, mahalle sokaklarında oynayan çocukların, mekânda yaşayan kadınların, gençlerin, yaşlıların sosyal ilişkileri ve dayanışmaları, yani mekânın hafızasıdır
Can Papila
İstanbul’un Ümraniye ilçesinin Topağacı Mahallesi’nde rezerv yapı alanı diye anılan, idareye keyfi kentsel dönüşüm projeleri için yetki veren bir yasaya dayanan yeni bir rant hikayesi yaşanıyor. Sürekli karşılaştığımız bu hikaye sadece binaların yıkılıp yeniden yapılmasından ibaret değil. Bu hikayenin ardında, kentin kime ait olduğu, kimlerin kent merkezlerinde kalmaya devam edebileceği ve kimlerin dışarıya sürüleceği sorusu yatıyor. Betonun dili çoğu zaman soğuk ve tekniktir; “deprem güvenliği”, “modernleşme”, “yaşam standardı” gibi kavramlarla konuşur. Oysa bu kelimelerin gölgesinde, mekânın toplumsal üretimi üzerine büyük bir çatışma saklıdır.
Lefebvre’ye atıfla kent, yalnızca taşların ve yolların toplamı değil, gündelik hayatın, belleğin ve toplumsal ilişkilerin dokusudur. Bu nedenle kentsel dönüşüm, basit bir mühendislik işi değil, sınıfsal bir yeniden düzenleme operasyonudur. Bu süreçler “mülksüzleştirme yoluyla birikim”in en çıplak örnekleridir. Halkın emeğiyle kurduğu mahalleler, piyasanın iştahına açılır, kamusal olan sermayeye devredilir, belleğin mekânı tarihsizleştirilir.
Topağacı’nda olup biten, İstanbul’da daha önce defalarca sahneye koyulan bir oyunun yeni perdesi. Tarlabaşı’nda rengârenk yaşam kültürü, “kentsel yenileme” adı altında yok edildi; Sulukule’de yüzyıllık bir kültürel miras, rant uğruna tarihten silindi; Fikirtepe’de gökdelenlerin gölgesinde binlerce insan yıllardır belirsizlik içinde bekletiliyor. Her seferinde aynı hikâye tekrarlandı: Sermaye kazandı, yoksullar kaybetti, kent kimliğinden bir parça daha yitirildi.
Bu oyunun sahne arkasında ise sermaye–devlet işbirliği duruyor. Kentsel dönüşüm, yalnızca özel şirketlerin değil, aynı zamanda merkezi ve yerel yönetimlerin çıkarları doğrultusunda şekilleniyor. Kabaca devlet, “deprem güvenliği” gibi meşru kaygıları seferber ederek rantı meşrulaştırıp piyasa için zemin hazırlıyor. Müteahhitler ve şirketlere kamusal kaynaklar açılıyor. Böylece deprem gerçeği, halkın güvenliği için değil, sermayenin kâr rejimini büyütmek için araçsallaştırılıyor. Bu süreç, sadece mekânın yeniden inşası değil, aynı zamanda emekçi mahallelerinin kolektif yaşamının tasfiyesi anlamına geliyor.
Bugün Topağacı’nda kaybedilen yalnızca bir semtin binaları değil; komşulukların, mahalle sokaklarında oynayan çocukların, mekânda yaşayan kadınların, gençlerin, yaşlıların sosyal ilişkileri ve dayanışmaları, yani mekânın hafızasıdır. Ezcümle beton bloklar yükselirken, toplumsal bellek gölgede bırakılır; kentin en değerli sermayesi olan insan ilişkileri yerinden edilir.
Bu insansızlaştırma, yalnızca fiziki bir tahliye değil, toplumsal olanın tasfiyesidir. Kolektif dayanışma ve komün kültürü parçalanırken, yerine bireyselleşmiş, tüketim üzerinden tanımlanan, yalnızlaştırılmış bir kent yaşamı inşa edilir. İnsanlar ortak yaşamın yerine yalnızca bireysel konfor ve mülkiyet ile tanımlanan bir dünyaya hapsedilir.
1.Harvey’in altını çizdiği gibi, kent hakkı yalnızca barınma değil, aynı zamanda kenti dönüştürme hakkıdır. Ve bu hak, bireysel değil, kolektif bir haktır. Çünkü kent, bireylerin değil, emekçilerin ortak elleriyle inşa edilir.
Dolayısıyla Kent hakkı, soyut bir ideal değil; tam da bu somut çatışmalarda ete kemiğe bürünen bir taleptir. Yerinde dönüşüm, katılımcı planlama ve hafızanın korunması, yalnızca teknik çözümler değil, özgür bir kentsel yaşamın asgari koşullarıdır.
Topağacı’nın bugünkü direnişi, kent hakkının doğrudan tecellisidir. Çünkü gelinen aşamada şehirler sermayenin beton duvarları arasında ya sessizliğe gömülür ya da halkın kolektif mücadelesiyle yeniden can bulur. Hal böyleyken Topağacı’nda savunulan, yalnızca bir semt değil; emeğin, hafızanın ve müşterek yaşamın kendisidir.