O yaşasaydı, büyük olasılıkla barış için çalışan bir insan olurdu. Ama şimdi o yok. Onun gibi yüzlerce, binlerce genç yok. Ve bu yokluk, biz konuşmadıkça daha da büyüyor
Nazmi Ayaz
“Eğer Şerzan yaşasaydı…”
Bu cümleyi içimizde kaç kere tamamladık? Ya da gerçekten tamamlayabildik mi hiç?
O, Muğla Üniversitesi’nde okuyan 21 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Hayatı sorgulayan, eşitliği savunan, kimliğini onurla taşıyan, sadece yaşamak isteyen genç bir insandı. Ama onun hayatı, bir Mayıs akşamı, bir polis memurunun silahından çıkan kurşunla son buldu. Şerzan’la birlikte yalnızca bir can değil, bu toprakların birlikte yaşama umudundan da bir parça eksildi. Ve ne yazık ki o eksilme, on yıllar boyunca yüzlerce gençle devam etti. Şayet o ilk ölümler engellenebilseydi, o ilk çatışmalar durdurulabilseydi, Şerzan gibi yüzlerce genç bugün hayattaydı. O gencecik hayatlar, sadece savaşın, çatışmanın ya da öfkenin değil; aynı zamanda geciken barışın da kurbanı oldu.
Bu ülkede kimliklerin yük haline geldiği, fikirlerin suç sayıldığı dönemlerde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu Şerzan’la birlikte bir kez daha öğrendik. Kim olduğunuzu söylediğinizde, nereli olduğunuzu açıkça ifade ettiğinizde, hak aradığınızda başınıza neler gelebileceğinin bir örneğiydi Şerzan. Ama o, sadece bir trajedinin değil, aynı zamanda bir sorumluluğun da adı oldu.
2010’un baharında, Muğla’da bir kurşunla yere düştüğünde, aslında sadece Şerzan değil, bu topraklardaki ortak yaşam umudu da yaralandı. O kurşun, bir gencin hayallerine, bir annenin duasına, bir toplumun vicdanına isabet etti. Ve aradan geçen yıllarda, biz hep bir soru işaretiyle yaşadık: Ya o gün Şerzan yaşasaydı?
Bu soruyu kurcaladıkça, şunu görmemek imkânsız hale geliyor: Eğer o ilk kayıplar önlenebilseydi, eğer devlet toplumun acılarına kulak verseydi, eğer barış bir tercih değil bir mecburiyet olarak görülseydi… bugün yüzlerce genç hâlâ hayatta olacaktı. Şerzan’ın ardından gelen Medeni Yıldırım’lar, Ceylan Önkol’lar, Uğur Kaymaz’lar, Berkin Elvan’lar… Onlar yalnızca kayıplar değil, aynı zamanda toplumsal hafızamızın içinde kıvranan vicdan yaralarıdır.
Maalesef bizler, barışı hep ertelenebilir bir ihtimal sandık. Önce başka sorunları çözelim, önce başka dengeleri oturtalım, dedik. Ama her gecikme, yeni bir hayatı elimizden aldı.
Şimdi yeni bir zamanın eşiğindeyiz. Türkiye, siyasi, ekonomik ve toplumsal anlamda ağır bir tıkanmanın içinde. Gençler umutsuz. Üniversiteler sessiz. Yoksulluk artarken, toplumsal bağlar çözülüyor. Toplumda güven, geleceğe dair umut kalmadı.
İşte tam da bu yüzden, yeniden barışı konuşmanın, ama bu kez daha samimi, daha geniş ve daha derinlemesine konuşmanın zamanıdır.
Barış sadece savaşın bitmesi değildir. Barış, onarılmamış adaletin yerine gelmesidir. Bir halkın kimliğinin tanınması, geçmiş acıların kabul edilmesi, eşitlik temelinde ortak yaşamın yeniden kurulmasıdır. Yani barış, hem bir toplumsal yüzleşme hem de ortak bir gelecek inşasıdır.
Bu yüzden Şerzan Kurt’un adı sadece bir yas değil, aynı zamanda bir toplumsal sorumluluk çağrısıdır. O yaşasaydı, büyük olasılıkla barış için çalışan bir insan olurdu. Ama şimdi o yok. Onun gibi yüzlerce, binlerce genç yok. Ve bu yokluk, biz konuşmadıkça daha da büyüyor.
Şimdi bu toprakların en büyük ihtiyacı barıştır. Ama romantik, soyut, süslü bir barış değil; köklü, adil, cesur bir barış. Bu, acıların tanındığı, yasların tutulduğu, hakikatin konuşulduğu bir barış olmalı. Roboskî’nin anıldığı, Sur’un yıkıntılarının telafi edildiği, Şerzan’ın ailesinin gözlerinin içine bakılarak “artık başka gençler ölmesin” denildiği bir barış…
Bu sorunu görmezden gelen her siyaset, çözüm üretmeyen her yaklaşım, aslında daha fazla kaybın, daha fazla travmanın yolunu açar. Ve biz, bunu defalarca tecrübe ettik.
Hatırlayalım: Çözüm süreci başladığında Türkiye farklı bir ülkeydi. Umut vardı, yüzler gülüyordu. Diyarbakır’da bayram havası vardı, batıda insanlar ilk kez Kürt meselesini yargılamadan dinlemeye başlamıştı. Elbette eksikleri vardı, belki de kırılgandı. Ama yine de, bu ülke o sürecin yarattığı umudu ilk kez gerçek anlamda yaşamıştı.
Ve o umut, hâlâ bu toplumun bir köşesinde, yeniden filizlenmeyi bekliyor.
Bugün Şerzan Kurt’u anarken, onu gerçekten yaşatmak istiyorsak, bunun yolu barışı yeniden talep etmekten, toplumun her kesimini bu talep etrafında örgütlemekten geçiyor. Radikal değil, insani bir sorumluluk bu.
Çünkü barışın kaybedeni olmaz. Ama savaşı herkes kaybeder.
Ve bugün, Türkiye’nin her yerinden yükselen sessiz bir ortak cümle var:
“Yeter ki çocuklarımız ölmesin.”
İşte bu cümleyi gerçekleştirmek, sadece siyasetin değil, bu toplumun her bireyinin görevidir.
Şerzan’ı yaşatmak; bu ülkenin barış içinde, bir arada yaşama hayalini yeniden kurmak demektir. Onu yaşatmak; çocuklarımızın ölmeyeceği, gençlerimizin hayallerinden vurulmayacağı bir gelecek için sorumluluk almak demektir.
Barışı konuşmak, adaleti istemek, eşitliği savunmak için artık daha fazla beklemeyelim.
Çünkü daha fazla gecikirsek, daha fazla Şerzan’ı kaybedeceğiz.
Ve artık çok geç olmadan şunu diyebilmeliyiz:
Bu kez barış kazanacak.
Ve bu kez, Şerzanlar yaşayacak.