Toplumsal sorunsallık cenderesinde yitip giden canlar. Öfke duyan binlerce kadın. Ama düzelmeyen yaşam. Düzeltme arayışları bile cadılaştırılan bir düzen. Hangi nefese sığdırılabilir ki, yaşam adına kurulan bu kıyım?
Bir itiraz, bir haykırış yükselmeli bu düzensizliğin yok edici düzenine. Öyle ki inşa etmeli ‘ser’deki tüm güzellikleri. Kadının rengi, özgürlük ilkelerini işlemeli tüm benliklere ve inatla kabule dönüşen kıyım ve yıkımı bertaraf etmeli tüm bilinçlerde
Berivan Elter
“Seninle yaşamak için,
Aramızda Adem ile Havva’dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim,
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve
Uygarlığın çaldığı ateşin alınması gerekir…”
Bu dizeler Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a ait. “Sevda Kadını” adlı şiirinden alınmıştır. Nasıl da anlam ve arayış dolu dizeler. Kaybedilen değerlerin kökenine yeniden ulaşmanın özlemini barındırıyor içinde. Öyle bir özlem ki bin yılların cenderesine çomak sokarcasına özgürlük ideallerini inşa eden bir özlem. Tarihin iğdiş edilmiş dehlizlerinde hiçliğe kulaç atmış benliğin, direniş günlüklerine doğru adım adım örüldüğü kimliğe olan umudun bir haykırışı ayrıca. Nice dogmalar ve nice alıştırılmış ruhani inşaların kısa ama sonsuzluk barındıran betimlemesi. Ama bir reddedilişin de tezahürü aynı zamanda. Var olana tabi olmayan, varlık olandan hesap soran ve kendi hakikatini yitirilen dehlizlerde yeniden canlandıran bir tasvirin en somut ifadesi. Özgür kimliğin doğru temellerde inşa arayışı yani. “Jin” olanın, “jîn” olanın, “jiyan” olanın dile getirilişi…
Şimdi jiyanın yani yaşamın kendisiyle özdeşleşmiş tarihsel kimliği olarak kadının yoldaşlığına dair özlemi icra etme görev ve bilinci her zamankinden daha çok önümüzde bir grift gerçeklik olarak durmaktadır. O zaman kaybedilenin tahlili doğruya en yakın yöntemdir. Ve bizde yöntem olarak kadın-erkek diyalektiğinin tarihsel değişim seyri içinde kısa bir tanım arayışına girebiliriz böylelikle.
Âdem ile Havva’ya dair tüm anlatımlarda kutsal dinlerin varlık metaforunu her yönüyle görmekteyiz. Dinlerin kullandığı bir dil vardır. Dinlerin de dilleri, tarihsel süreç içerisinde kendi kavram ve terimlerine kavuşur. Âdem ve Havva metaforunda “yaratılış” ve “iblis” gibi ele alışlar sembolik bir anlatım olarak karşımıza çıkar. Havva kimdir, Âdem kimdir, iblis kimdir, melek kimdir vb. olgular yaşamın içerisinde kişileştirilen olaylardır. Gözle görülmeyen duyumsanmayan şeylerin kişilere indirgenerek parodi olarak işlenmesi…
İyilik ve kötülük dual bir kavram olarak vardır. Kibir, haset, şehvet, öfke gibi tanımlamalar kötülüğün toplumsal tasviri olarak şekillenirken, “şeytan” betimlemesinde karakterize edilerek forma kavuşturulmak istenmiştir. Aynı zamanda da güzellik, sevgi, merhamet gibi toplumsal değer formları inşa edilerek, bu da “melek” tasviriyle ifadeye kavuşturulur.
Hemen hemen tüm dinlerde bu böyledir. Sembolik ifadelerdir. Sadece dini olgular açısından öyle değildir; aynı zamanda bilimsel ve felsefik tüm yaklaşımlarda bir sembolik tanım üzerinden ele alma arayışı hep süregelmiştir. Tıpkı bilimsel ele alıştaki X ve Y gibi sembolik tanımlamaların dişil ve eril tanımlaması olarak karşımıza çıkması gibi. Dindeki metaforda da X ve Y yerine Âdem ve Havva geçmektedir. Bütün erkekler Âdem ve bütün kadınlar Havva’dır. Kadın ve erkeklerin hikayesi ve tarihsel toplumsal süreçleri üzerine çok şey yazılabilir. Fakat kısaca dini yaklaşımları bile değerlendirebiliriz.
Jin’den Jîyan’a
Örneğin; Kuran’daki cennet, insan eli değmemiş yer olarak tasvir edilir. Tevrat’taki cennet, bereketli bir bahçe, bol su kaynakları ve Tanrı’nın doğrudan varlığıyla karakterize edilen, hem fiziksel hem de ruhani zenginliklere sahip bir yerdir. İncil’deki cennet, günahın, ölümün ve acının olmadığı, Tanrı’nın varlığında sonsuz sevincin, barışın ve mükemmelliğin yaşanacağı bir yer olarak tasvir edilir. Bu, inananlar için nihai umut ve vaattir. Zerdüştlükte cennet, sadece ölüm sonrası bir mekân olmanın ötesinde, bireyin yaşamı boyunca sürdürdüğü ahlaki çabaların ve ruhsal arayışların bir hedefi ve doruk noktasıdır. Bu inanç, insanları iyilik yapmaya, doğruyu söylemeye ve kötülükten uzak durmaya teşvik ederek, hem bu dünyada hem de ötesinde daha iyi bir varoluş için bir yol haritası sunar. Cennet bu kadar erişilmez kılınırken, elbette kadının cennet tasvirindeki durumu da sorunsallık arz eder. Kuran’da Âdem geçer ama Havva geçmez. Dünyayı yaşanmaz kılan kişinin Havva olduğu anlatılır. Havva cenneti kirletmiş, Adem’i baştan çıkarmıştır. Tüm kötülüklerle lanetlendiği, cennetten aforoz edildiği, her kötülüğün arkasında onun olduğu iddia edilir. Hangi inşa edilmiş aklın metaforu olabilir ki bu?
Hâlbuki “yedi ölümcül günah” hem erkek hem kadın için geçerli değil mi? Kibir, kendini aşırı beğenme, üstün görme; erkekteki üstünlük ve kibir egemen anlayışı doğurmuyor mu? Açgözlülük, para ve mal gücüne karşı duyulan aşırı doymak bilmez arzu; erkekteki para gücünü, sermaye tekelini nereye koyacağız? Şehvet, aşırı cinsel arzu ve bedensel zevklere düşkünlük; tarihten günümüze erkekteki egemen anlayışın tahakkümcü, tecavüzcü kültürünü beslemiyor mu? Oburluk, yeme içme arzusunda aşırıya kaçma; ölçüsüzlük eve gelince yapılmayan yemeğin ya da beğenilmeyen yemeğin sonucunda katledilen kadınları hatırlatmıyor mu? Öfke, kontrol edilmeyen hiddet, gazap ve intikam alma; binlerce kadın cinayetine neden olmuyor mu? Kıskançlıkta da tembellikte de aynı hakikat ters yüz edilmiyor mu?
Zerdüştlükte doğruluk karşıtı gelişen her eylem günah sayılır. Doğru, adaleti ve hakikati ifade eder. Ahlaka aykırı her türlü düşünce, söz ve eylem günah olarak tasvir edilir. İyi düşünce, iyi söz, iyi eylem ilkesinin ihlali, kötü niyetli düşünceler beslemek, kötü sözler sarf etmek ve zararlı eylemlerde bulunmak günah kapsamındadır. Doğa ve yaratılış kutsaldır; canlılara zarar vermek, eziyet etmek ve doğanın dengesini bozmak günahtır. Ahlaki yozlaşma, cinsellik, açgözlülük, kıskançlık ve öfke gibi olumsuz duygulara yenik düşmek günah olarak kabul edilir. Tüm öğretilerde iyilik ve kötülüğün ele alış biçimleri öz itibariyle toplumu var eden ahlaki değerler eksenli ele alındığı görülmektedir. Öyle ki yedi ölümcül günahın başkahramanının erkek egemen, tahakkümcü zihniyetin olduğu apaçık ortadadır.
Tüm bunlara rağmen alıştırılmış eril ideolojinin ürünü olarak kadının lanse edilmesi, inşa edilen ısrarlı köleliğin en bariz göstergesidir. Yaşamın, doğru bir yaşam diyalektiğinin kurulması bunun bilinciyle mümkündür. Tüm kötülükleri cins kırımı ve kıyımı üzerinden kadın kimliğinde ifade etme çabası, inşa edilmiş yalancı ve zalim erkekliğin tezahürüdür. O yüzden kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için yalancı ve zalim erkekliğin yıkılması gerekir. Kadın varlığının, her isyankâr eyleminin günah sayılmasından vazgeçilmesi gerekir. Bu yönlü tüm sistemleşmeler yıkımın meşrulaştırılmasıdır. Öyle ki varoluş değerlerinin birbirinden yabancılaşarak tükenişini beraberinde getirir. Bu da öz olarak bilinçli şekilde yaşamın tasviri olan kadın kimliğinin, günahın baş aktörü olarak yansıtılması anlamına gelir. Böyle bir tanımlama bir uçurum inşa etmedir. Toplumsal varoluşun merkezine inşa edilmiş kara çalılardır. Günah tanımlaması bu derece açık ve doğru tasvir edilirken, erkek ve kadın arasına dikilen kara çalıları kaldırmak gerekmez mi? Bin yılların zalimliğiyle inşa edilen bariyerler ve duvarların ilk hâkim ve zalim sınıf olan erkekliğin ürünü olduğu bilinciyle paramparça edilmesi gerekmez mi artık? Ve yaşam kutsallığının en somut hali özgürlük ateşinin yeniden amargide kendini icra etmesinin vakti gelmedi mi?
Toplumsal sorunsallık cenderesinde yitip giden canlar. Öfke duyan binlerce kadın. Ama düzelmeyen yaşam. Düzeltme arayışları bile cadılaştırılan bir düzen. Hangi nefese sığdırılabilir ki, yaşam adına kurulan bu kıyım? Yaşamın başat öznesi olan cinsin soykırımına yeltenen bu kin neyin ifadesidir ki? Son dönemde kaç kadın alındı aramızdan katledilerek? Nasıl alındı aramızdan, neden ve ne için? Hangi katil erkeklik güdüsünün hazzına bırakıldı ki körpecik yaşamlar? Nedenselliğine dair yıkıcı soruları kaç insan yöneltti ki kendine ve de gerçekliğine? Elbette vardır öfke dolu, ar sahibi ve haysiyetin zuhur ettiği beyinler, namuslu insanlar, direnen ve mücadele edenler. Fakat öfke selimiz iç dünyamızda anlık, günlük sönümlenirken, ne yaptık, ne yapmalıyız gibi sorular dolanmalı yürekte ve geçit vermemeli anda ki alışkanlıklara. Neden kabullenelim ki hiçliğin inşa ettiği çürümüşlüğü ve de reva görülen kader(sizlik)i… Bir itiraz, bir haykırış yükselmeli bu düzensizliğin yok edici düzenine. Öyle ki inşa etmeli “ser”deki tüm güzellikleri. Kadının rengi, özgürlük ilkelerini işlemeli tüm benliklere ve inatla kabule dönüşen kıyım ve yıkımı bertaraf etmeli tüm bilinçlerde. Belki o zaman bin yılların sahte bariyerleri yıkımını yaşar ve toplumun ana öznesi kadın, “jîn”in baş aktrisi olarak iyiliğin ve güzelliğin inşasında yaşama dönüşür.