O analar çıkıp yürüdü ya mücadelenin soylu kulvarında, nefesimiz açıldı, geçmişe ve geleceğe aynı anda gidebilme idrakine sahip olduk ve o andan itibaren her türden şiddete direndi içimiz
Bu şehrin kalbi nerede Olric?
Herkesin acısı kendisine mi?
Herkes kendi acısı için mi ağlayacak bu dünyada?
O meydandan, o tepeden yüzünü çevirerek geçip gidiyorlar ya sözde kendilerini korunağa alıyorlar, oysa o analar onlara kovuklarından çıkma cesaretini veriyor.
Sayıların çokluğunu değil, sayıların anlamını ve ağırlığını gösteriyor.
En önemlisi de Olric, bir arada olursak başarabiliriz.
O analar orada duruyor ya arkalarında şimdiye kadar verilen kayıpların yükü sırtlarında, Zilan deresinde henüz yaşına ermemiş boğazlanmış çocuğun kanı gözlerinde, Dersim’de bir uçurum kenarında birbirine bağlanıp atılanların çığlığı kulaklarında, Roboski’de bombalardan korunmak için bir katırın gölgesine sığınan çocukların çocuk nefesi nefesinde ve daha niceleri. Onların tarihleri kanımızın kokusunu alan bir kurt gibi hep peşimizde Olric.
Ama biz yürümeye devam edeceğiz.
İbni Rüşd ölünce tabutunu devenin bir tarafına yüklemişler, diğer tarafa ise o güne kadar yazdığı kitaplarını bağlamışlar. Görenler bakıp düşünmüşler, hayatın toplamı hangi yandadır, tabutta mı yoksa kitap denginde mi diye. Oysa bizim toplamımız hep varlık ve yokluk arasında mücadele ile geçti; bol kanlı, bol direnişli.
Bazı şeyler bazı zamanları bekler, anaların çıkıp sözün ötesine geçtikleri gibi Olric.
O analar çıkıp yürüdü ya mücadelenin soylu kulvarında, nefesimiz açıldı, geçmişe ve geleceğe aynı anda gidebilme idrakine sahip olduk ve o andan itibaren her türden şiddete direndi içimiz. Ama içerdeki hayatların ölümle değil, sessizliğimizle sona ereceğinin ayıbını bilerek…
Zamanını ve çağını yaratan kadınlarımız bizi yeniden doğurdu; modern hayatın koşuşturma kıskacına takılan ve bir yerde uyuşturulmuş olan hallerimize müdahale ederek. Bizi yaptığı eylemle kendimize getiren gerçeğin eşiğine, beşiğe bırakır gibi bıraktı.
Derin ve güçlü bir soluğun yükünü taşıyarak başardılar bunu.
Kendi hayatına saklanan insanı özgürleştiren bir duruş yarattılar Olric.
“Bir şey, sadece bir şeyle açıklanmaz” der Husserl. Bir şey, birçok şeyle açıklanabilir.
12 Eylül darbesinden sonra bütün bir halk korkuyla eğitildi, (Bugün yapılmak istenilen) o dönem fiilen işkenceden geçen bir milyon gencin çığlıkları toplumun ruhuna sindi. O işkencelere ses çıkaramayan milyonlar bu ülkenin şimdi temeli durumunda. Ve onlar şimdi zindanlarda tecrit için direnenleri görmemek için kördürler, sağırdırlar, suskundurlar Olric.
Daha iyiye erişme umudu olmasa, yokluk içindeki ana ve babalar neden çocuk yetiştirirdi ki? Onlar, kendilerinden sonrakilerin daha iyi olabileceğine inandı, inanmak istedi, umut etti. Bu uzak sanılan hakikatin, yakın parçasıydı.
İnsanlık için bir onur noktası yarattı analarımız, itilip kakılarak. Çünkü şunu biliyorlardı, ölümün değeri, hayatının ve yaptıklarının değeri kadardı.
Bu noktada acı veren gerçek, sistemin çözemediği direnci bazen hayatın çaresizlik adı altında çözme cüretiydi.
O anda bile dört medeniyete imparatorluk yapmış bu şehrin (İstanbul) kalbine bir dengbej ana, Sümanperi sesini bir bıçak gibi saplayıp çekildi; Romalıların, “büyük şehir, büyük yalnızlık” dediği direnişin o tanrısal yalnızlığına.
George Sand, “Sevmek iki defa yaşamaktır” demişti. Şimdi bizim için sevmek, iki defa direnmektir. İki yaşama kendimizi adamaktır. Çünkü tek bir yaşam, ölümün başka halidir.
Yaşadıkları gibi duru, direnen analara şimdi iki borcumuz var.
Onlar ki “sıradan” insanların nasıl normal hayatlarından çıkıp bir kahramana döndüğünü bize öğrettiler Olric.