Savaşın ülke gündemini etkisine aldığı ve neredeyse kendisi dışında her şeyi görünmez kıldığı süreçte, haber kanalları ve sosyal medya mesajlarında, tutuşan kentlerin görüntüleri ve resimleri yansımaya başladı. Bağdat’tan Beyrut’a, Hong Kong’tan Barcelona’ya, Şili’den Ekvador’a bir dizi kent ve ülkenin başkentinde sayısı milyonlarla tarif edilen insanlar sokaklarda hükümet ve devlet politikalarına karşı eylemler gerçekleştiriyor. Bu gösterilerde dil, slogan farklılaşsa da, neredeyse taleplerde büyük oranda ortaklaşma, mücadele yöntemlerinde benzeşme açığa çıkıyor. Yoksulluğa ve sefalete karşı, ayağa kalkmış halklar, barikatların arkasında, devletlerin zor güçlerine karşı dövüşüyor. Hükümetler hemen hemen bütün şehirlerde polisin yanında orduyu seferber ederken isyan meydanları ateşe verilmiş barikatların ışığında aydınlanıyor. Halklar birbirinden öğreniyor, birbirinden cesaret alıyor. Şili sokaklarında yankılanan slogan halkların mücadelesinde karşılık buluyor. “Yoksullar için ekmek yoksa zenginler için barış da yok.”
Değişik şehirlerde gündeme gelen halk hareketlerinin hepsinin ortaklaştığı nokta, kendi hükümetlerinin yoksulluğu artıran ekonomik politikalarıdır. Bağdat’ta yoksulluk, Beyrut’ta iletişim vergisi, Şili’de elektrik zamları, Ekvador’da tutulmayan sözler. Neo-liberal politikalar, dünya çapında 24 kişinin küresel servetin yarısına sahip olduğu korkunç bir servet yoğunlaşmasına yol açarken, benzer bir şekilde yaygınlaşan yoksullaşmayı da tetiklemiştir. Gelir uçurumu hızla büyürken yoksullaşan ülke halklarının yaşamsal çelişkileri de iç içe geçmeye başlamıştır. Benzer yoksullukla boğuşan değişik ülkelerden halklar, benzer çelişkiler yaşamakta ve benzer refleksleri ortaya koymaya başlamaktadır. Halkların kaderi iç içe geçmiştir. Bu halk ayaklanmalarının ve kentleri ateşe veren öfkenin geri bırakılmış ülkelerde başlaması tesadüf olmadığı gibi ilerleyen süreçte metropol ülkelere de sıçraması şaşırtıcı olmayacaktır. Kendi krizini insanlığın krizine dönüştüren, kendi varoluşunu küresel varoluşla örtüştüren kapitalist üretim, hızla yıkıma doğru ilerlerken, doğal, medeni ve insani yaşamı kendisiyle beraber yok etme tehdidini savurmaktadır. Gelir eşitsizliğinin doruk yaptığı, yoksul halkların kitleler halinde mülteci konuma düşürüldüğü, doğal dengenin yıkımla yüz yüze geldiği süreçte, ayaklanmalar bu yok oluşa itiraz olarak okunabilir. Şimdilik naif ve sahici çözümlerden uzak talepler ekseninde kendiliğinden hareketler olarak cereyan etseler de, yüzyılın ilerleyen dönemine dair önemli işaretleri içerisinde barındırmaktadır.
Tepkisellik, kendiliğindenlik bu çeşit ayaklanmaların egemen güçler arasındaki çatışmaların rüzgârlarına kapılma riskiyle malul olmasına yol açar. Her bir ülke için gerek iktidarlar gerekse muhalefet içindeki kimi odaklar yaşamakta olduğu ayaklanmayı benzer şekillerde suçlamaktadırlar. Halkların yaşadıkları yoksulluğa ve adaletsizliğe karşı tepkileri, örgütlü devrimci güçler tarafından yönlendirilemiyorsa en fazla hükümetlerin değişmesiyle noktalanmakta, yeni bir ayaklanmaya kadar durağanlık dönemine girmektedir. Kapitalizm ağır krizlerle cebelleşirken, dünya halklarının ve işçi sınıfının zincirleme ayaklanmaların gündeme geleceği bir döneme hazırlandığı iddia edilebilir.
Şili’de duvarlara yazılan sloganın yaşamsal sonucu, fakirin ekmeğini bulmasının yolunun zenginliğin dağıtılmasından geçtiği olgusudur. Zira fakiri fakir yapan, zenginliğin kendisidir. Ve zenginliğin kaynağı verili mülkiyet ilişkileridir. Zenginin barışı, küresel sefaletin itirazsız devamı demektir. Yoksulluğa ve sefalete karşı ayaklanan halk kitleleri birbirinden cesaret aldığı kadar, birbirinden öğrenmeye açıktır. Tarihsel hafıza ve halkların yaşamsal deneyimleri ilerleyen aşamada bu ayaklanmaların hükümetler kadar devletleri ve devletin üstünde yükseldiği mülkiyet ilişkilerini de karşısına alacaktır. Özel mülkiyet yoksa mülksüzlük de yoktur.
Çelişkilerin iç içe geçmişliği olgusu aynı oranda olmasa da benzer sorunların ve benzer dinamiklerin ülke coğrafyasında da mevcut olduğu gerçeğini ortaya koyar. Sarayın Kürt halkına karşı başlattığı savaş ile üstünü örterek ötelemeye çalıştığı toplumsal çelişkiler ve bu çelişkinin biriktirdiği öfke, derinleşmeye ve büyümeye devam etmektedir. Savaş; artan yoksulluğun, büyüyen işsizliğin, derinleşen eşitsizliğin politik bir tepkiye dönüşmesini ertelemiş olsa da tersten yol açtığı fatura nedeniyle çelişkilerin büyümesi de başka bir sonuç doğurmayacaktır. Ekonominin yıkım haline geldiği bir ülkede savaş bütçesi bu yıkımı sadece hızlandırır. Saray, savaş durumuna yaslanarak hak arama mücadelelerinin ve siyasal taleplerin önünü kesmeye çalışmaktadır. İşçiler polis zoruyla engellenmekte, siyasal her itiraz mahkeme terörüyle boğulmaya, aykırı her söz medya linçiyle susturulmaya çalışılmaktadır. Durumun kendisi iktidar blokunun hegemonik alanının ne kadar daraldığını göstermektedir.
Dünya çapında başlayan halk isyanları henüz devrimci önderlikler tarafından yönlendirilemediği için sönümlenme riskiyle ne kadar yüz yüze ise ülkede derinleşen çelişkiler de benzer sebep yüzünden aynı örtüşme riskine sahiptir. Sosyalizm talebinin ve sınıf mücadelelerinin belirleyici olacağı bir döneme girilirken, devrimci hareketlere düşen görev bu döneme rehberlik edecek güçleri yan yana getirmek olmalıdır.
* Yoksullar için ekmek yoksa zenginler için barış da yok