Şiddeti bir yönetim biçimi olarak gündemde tutan devlet yönetiminin hayatın her alanındaki toplumsal parçalanmadan sorumlu olduğunu belirtmek durumundayız. En küçük birim olan aileden başlayarak şiddeti meşrulaştırarak, normalleştirerek siyaseti inşa etmenin geldiği nokta kadınların akla gelen her yerde katledilmesi ve şiddetin çeşitli biçimlerine maruz kalması demektir
Emine Ilgaz
Demokratik Toplumu ve ülkemizin barışını tartışıyoruz. Her ne kadar siyaset ve toplum dengesi çok ağır darbe almış olsa ve büyük oranda topluma ait olan politik organlar üzerine ‘çökülmüşse’ de bu gündem etrafında yeniden başlangıçlar yapma imkanını buluyoruz. Her geçen gün demokratikleşmeye ve barışı geliştirmeye duyduğumuz ihtiyacı da daha iyi anlıyor, hissediyoruz. Gerçek anlamda Türkiye dökülüyor. Bunu kaba bir muhalefet yapmak için belirtmiyorum. Türkiye toplumunun yaşadığı sosyal kriz bağlamında söylüyorum.
Hiçbir sorun ve hiçbir kriz sosyal kriz kadar etkili olamaz, yıkıcı olamaz. Her ülke, toplum başlangıcı olan, belirli bir süre içinde gelişme gösteren, yaşayan, değişen, dönüşen, zorlanan, sorunlarla karşı karşıya kalan ve bu sorunları aştıkça gelişme gösteren özelliklere sahiptir. Ama bu sorunlar ne olursa olsun eğer sosyal bağları güçlüyse, sosyal anlamda gelişkin ve anlam düzeyi yakalamışsa, ahlaki ve politik anlamda etkin kurumlaşmaları varsa bu sorunlar yıkıcı rol oynamaz. Hatta bazı problemler manivela görevi bile görebilir, ülkeyi, toplumu daha ileriye taşımada zorlayıcı, gelişmeyi hızlandırıcı rol oynayabilir. Örneğin toplumsallığı güçlü bir yapıda güvenlik problemleri daha sıkı bağlar kurmaya, fedakarlıklara, dayanışmaya ve cesaret örneklerine kaynaklık edebilir.
Ancak toplumsal bağlar zayıflamış ve kriz sosyal yaşama sirayet etmişse, istediğimiz kadar büyük beylik kelimelerle dünyaya meydan okuyalım, savunma silahlarımızla övünelim, ordumuzun büyüklüğünün reklamını yaparsak yapalım bilelim ki ciddi bir saldırı karşısında ayakta durmak mümkün olmaz. Ahlaki ve politik doku bozulduktan, toplumsallığı var eden değerler inkar edilip yerine iktidar ve çıkar kodları yerleştirildikten sonra bir kadın annesini pencereden aşağıya itebilir, bir baba eşi ve çocuğunu ölüme gönderebilir, bir patron tüm işçilerinin yanmasını seyredebilir, erkekler kadınlar için her yeri bir katliam meydanına çevirebilir. Ülkemizde durum gerçekten hiç içler açıcı değildir. Özellikle şiddetin ülkeyi getirdiği nokta siyasi sorumluların, bu halk ve topraklar karşısında hesap vermesini gerektirecek düzeydedir.
Şiddeti bir yönetim biçimi olarak gündemde tutan devlet yönetiminin hayatın her alanındaki toplumsal parçalanmadan sorumlu olduğunu belirtmek durumundayız. En küçük birim olan aileden başlayarak şiddeti meşrulaştırarak, normalleştirerek siyaseti inşa etmenin geldiği nokta kadınların akla gelen her yerde katledilmesi ve şiddetin çeşitli biçimlerine maruz kalması demektir. Küçücük çocukları büyürken katilleştiren değil, çocukken katile dönüştüren bir sosyal ortam demektir. Çocukların hemen her yerde cinsel obje haline dönüştürülmesi ve toplumun geleceğinin yıkımı demektir. Uyuşturucu ve fuhuşa sürüklenen çocuklar sorunu bir savaştan daha ağır yıkımlar yaratıyor. İçten içe böyle çürüyen, manevi bağları ortadan kalkan ve iradesizleşen bir toplumu S-400’lerle savunmak mümkün değildir. Umarım bunu yaşayarak deneyimlemek zorunda kalmayız.
Elbette sosyal kriz belirttiğimiz bu başlıklarla bitmiyor. Sadece dikkat çekmek için bunları sıraladım. Çünkü yaşam bir bütün olarak sosyal. İnsan yaşamının tamamı sosyal bağlamında, toplumsal bağlamında ele alınıp değerlendirilebilir. Dikkat edilirse hemen her gün yeni bir operasyona uyanıyoruz. Futbolda şike, Medya ve sanatta uyuşturucu bağlantıları şimdilik buz dağının görünen yönleri oluyor. Bir de şirketlerin eko sistemimize yönelik saldırıları, bunun için binlerce yıllık yaşam kültürümüzü ortadan kaldıran müdahaleleri var. Köy yaşamı ve ilişkilerinden bahsediyorum. Ekonomik ilişkilerin tümden yozlaşması da var. Yani kısacası var da var. Ve bunların bu şekilde inşa edilmesinden sorumlu siyaset, devlet denilen aygıtı ülkeyi yıllarca Kürt sorunu etrafında ördüğü şiddet sarmalı ile yönetti. Kürt halkının varlık ve özgürlük arayışı karşısında inşa edilen şiddet politikası, Türkiye toplumunu sadece maddi olarak değil manevi olarak çok fazla gerilere itti, yaraladı, parçaladı. Sadece Türklerle Kürtler arasındaki makası açmasından bahsetmiyorum. Bahsi geçen makas en fazla görünen ve bilenen sorunu oluşturuyor ve şimdi Önder APO bu makası kapatmanın yollarını açıyor, birleştirici bir rol oynuyor. Şimdiden görülüyor ki Demokratik Toplum ve Barış sürecine en az Kürt toplumu kadar Türkler ve Türkiye toplumunun da ihtiyacı vardır. Kürt toplumu varlığını bütünsel hukuk ile ortaya koymak ve asimilasyonist politikaları ortadan kaldırılması için bu sürece ihtiyaç duyuyor. Böylelikle ana sütü kadar helal olan kimliği üzerindeki tehdit kalkacak, şiddetin bu biçimini aşmış olacak. Dahası devlet ile bir toplum olarak entegrasyon yaşayarak varlığını güvenceye alacak. Geleceğe daha umutla bakacak ve imha tarihinin açtığı şiddetin yaralarını saracak. Türk toplumu ve Türkiye ise var olmak için sistematik olarak gerilim üretme zorunluluğunu yaratan resmi ideolojiden kurtularak barış, kardeşlik, paylaşım ve dayanışmaya daha yatkın hale gelecek. Dış tehdit ve parçalanma tehdidi ile kendi iç sorunlarına yönelemeyen toplum, bu sorunlarıyla yüzleşebilecek. Dahası Türk halkı ve Türkiye toplumu bir blok olarak hareket etmek baskısından kurtularak, kendi tercihlerini yapabilecek bir toplum haline gelebilecek, farklılıklarına, eğilimlerine ve zenginliğine göre örgütlenebilen demokratik toplum haline gelebilecek. Açık ki böyle bir toplum, şiddeti bir politika olmaktan çıkarabilecektir. Ancak böyle bir toplum sağlam ve kendini savunan, iradeli bir toplum olabilir.









