Gerçek çözüm, teknolojinin içeriğini (varlığını, hatırlanış dayatmasını…) teşhir etmektir. Araçların “nötr” olduğu sanrısını paramparça etmektir. Kumanda düğmesini kapatmak değil, kumandanın kendisini parçalamaktır
Berat Çiftkuran
Geçtiğimiz gün gazetemizin değerli yazarlarından Hicri İzgören’in kaleme aldığı “Şiddete Alışmak” yazısını okudum. Oldukça verim alınabilecek bir konu üzerinde durulmuştu. Tabii böylesi meselenin farklı boyutlarda da ele alınması, irdelenmesi gerektiğini düşüncesindeyim. Yazının teması, teknolojinin insan yaşamındaki şiddet etkisine; bir yönüyle teknolojinin çocuklar üzerindeki etkisi ve ebeveynlere düşen sorumluluklardan bahsetmişti. Özellikle yazının giriş paragrafı “(1)Teknolojik gelişme uygarlığın göstergesi, insanlığın başarısıdır. Bu gelişmelere karşı durulamaz. (2)Hedef, gelişmelere sırt çevirmek değil, bu gelişmeleri toplum yararına kullanmayla ilgilidir. Sorun, insan ile bu ürettiği araç-gereçler arasındaki ilişkidedir.” ve “kapatma düğmesi” üzerine yapılan tanımlama ilgi çekici olmakla birlikte birkaç farklı düşünceyi de getirdi. Yazının ilk paragrafı iki boyuttan ele alındığında karşılaşılan çıkan durum ise; Teknolojik gelişme uygarlığın göstergesi olmakla birlikte, insanlığın başarısı olmadığı düşüncesi… En azından insanlık bir bütün olarak ele alındığında, napalm bombaları, nükleer silahlar, piksellere bölünmüş kurgu ardındaki hayatlar… vs. düşündüğümüzde “gelişme”, “ilerleme” benzeri izafi durum ve olumlu muhteva yaratan kavramları kullanabilmek oldukça güç. İnsanlığın teknik- dijital sürecine bir bakalım. Taş, ateş ve su ile başlayan mızrak, çanak, çömlek, sulama kanalları vb. icadlarımızla devam eden; günümüz siber savaşları, endüstriyalizmin ham maddeye dayalı işgal, ilhak ve sömürgeci pratik-politikaları, atmosferimizi aşıp Ay, Mars ile başlayan yeni savaş söylemleri ve 2025 dünyası itibarıyla bugün ABD-Çin arasında Pasifik’te başlayan, tüm dünya siyasetine yeni ivme kazandıran çip krizi… Tüm bu yapısal sorunlar akıllara Anton Çehov’un meşhur sözünü getiriyor, “İlk sahnede görünen silahın üçüncü sahnede patlaması kaçınılmazdır.”
Yazıyı okuduktan sonra Hicri İzgören’in kapatmaya yarayan düğmesine bastım. O anlık bir çözüm oldu. Anca gelinen aşamada yaşam alanına saldıran uyarıcılar ve araç gereçlerin -teknik- ontolojik hatırlanışı, derde derman olmaktan çok uzak. Pisagor ve Aristonun “rasyonellik insafı”nda kalmış geometrik yapılarımız, kullandığımız metalar, yanı başımız ve dışarıdan gelen tonalite tahakkümü “kapatmanın” çözüm olacağını sanrıdan öteye taşımıyor.
Çocukların ruh sağlığı elbette önemlidir. Ama bu, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Asıl mesele, buzdağını inşa eden mimarlarla ilgilidir: Hicri İzgören’in yazısında son söz yerine önemle belirttiği gibi, “Ama her şeyden önce biz yetişkin ebeveynlerin eğitilmesi gerekecek herhalde.” Yetişkin sistem müritleri. Çünkü onlar, ellerindeki kumandanın düğmesine basarak “çözüm” sağladıklarını sanrısı taşırlar. Oysa sanrının ardındaki şey: kumandanın varlığı bizzat tahakkümün arayüzüdür. Kapatma eylemi özgürlük değil, sadece başka bir esaret biçiminin simülasyonudur. Çünkü dijital distopyada fişi çekmek de bir menüdür, tercih gibi sunulan boyun eğmedir.
Günther Anders’in ifadesi belki de en çok günümüzde karşılık buluyor: “İnsanlığın hayal gücü üretim kapasitesine yetişememektedir.”
Çocuklar değil, asıl yetişkinler teknolojik aygıtların yıkıcı potansiyelini tahayyül edemeyecek kadar “uygarlaştırılmış”lardır. Bu nedenle Anders, teknofobik değil, teknoetik bir çağrı yapar: “Ürkülememe yetisizliğinden kurtulun” der.
Yetişkinler olarak ürkülemeyenler yönetir bu düzeni. Ürkülememek sessizlik/sessizlik istencidir. Bu eğlenerek ölmektir. Çünkü medya, şiddeti çocuklara satarken bir korku değil, bir eğlence formatı olarak paketler. Reklamlar, dizi karakterleri, çizgi kahramanlar… Hepsi aynı kodu taşır: gerçeklik ikincildir, gösteri asıldır.
Bu, George Orwell’in “zorbalık distopyası”ndan çok Aldous Huxley’in “haz distopyası”dır: İnsanlar zincirlerine değil, eğlencelerine tutsaktır. Şiddet ekranın içindedir ama aynı zamanda ekranın biçiminin kendisidir: dikkati parçalayan, düşünmeyi imkânsızlaştıran, ilişkiyi yüzeyselleştiren bir tahakküm cihazı.
Paul Virilio’nun uygarlık ve teknoloji meselesine yaklaşımı tam da budur. Şehirleşme, toplumsallaşma, enformasyon hız (dromoloji) perspektifinden inşa edilmiştir. Ona göre her teknolojik araç, aynı zamanda bir felaket potansiyeli taşır: uçak varsa düşmek, araba varsa çarpmak, ekran varsa zihinsel kaza vardır. Bu yüzden “iletişim kazaları” çağındayız.
Çocuk ekran başında otururken bir şey öğrenmez, bir şey hatırlar: hızı, sabırsızlığı, yüzeyselliği veriyi. Sakinliği, sabrı, derinliği ve bedeni değil. Bu “görsel bombardıman”, sadece gözlerimizi değil, anlam üretme yetimizi de körleştirir. Görsel şiddet (uyarıcılar olarak nesneler bütünü), fiziksel şiddetin habercisidir; tıpkı simülasyonun gerçeğin yerini alması gibi.
Modernizm, toplumun araçları üzerinden bağımlılık ürettir. Okullar eğitimden çok itaati öğretir; hastaneler iyileştirmekten çok norm koyar; devlet ve şirketlerin medyası ise düşünmeyi değil, tüketmeyi dayatır. Bu sistemde artık araçlar hizmet etmez, araçların hizmetine girmiş bir insanlık vardır.
Ve ne acıdır ki, çocuklar bu sistemin sadece tüketicileri değil, bizzat üretim nesneleridir. Onlar bir ekranın karşısında yalnızca içerik izlemiyorlar; birer pazarlama nesnesine, birer veri hücresine, birer tahakküm kalıbına dönüşüyorlar.
Çocuklar, ekranda gördükleri mafya karakterlerini taklit etmiyorlar sadece; bir uygarlığın röntgenini çekiyorlar. Onlar, tahakkümle yoğrulmuş bir estetik, hız, eğlence ve şiddet dörtlüsünün bedenleşmiş semptomlarıdır.
Ruhsal yaraları “kapat düğmesi”yle iyileştirmeye çalışan her öneri, sistemi onarmaya değil, yeniden başlatmaya yarar. “Kapatma” girişimi “açma” hatırlanışına içkindir.
Oysa sistemin kendisi virüstür. Gerçek çözüm, teknolojinin içeriğini (varlığını, hatırlanış dayatmasını…) teşhir etmektir. Araçların “nötr” olduğu sanrısını paramparça etmektir. Kumanda düğmesini kapatmak değil, kumandanın kendisini parçalamaktır.
İşte o zaman, belki, yeni bir insanlık tahayyülü kurulabilir.
Alternatif son:
Oysa sistemin kendisi virüstür. Gerçek çözüm, teknolojinin içeriğini (varlığını, hatırlanış dayatmasını…) teşhir etmektir. Araçların “nötr” olduğu sanrısını paramparça etmektir. Kumanda düğmesini kapatmak değil, kumandanın kendisini parçalamaktır. Dünya ve onun düşüncesinin, tamamen matematikleştirilip “anlamsız” hale getirilen (piksellere bölünmüş) bir düzeye eriştiği ve teknolojiyi kapatma düğmesi sorumluluğu edinmekle çözüm bulabilme yetisinin olduğu bu çağda, teknoloji gibi; sayı, dil, yazı vs. kökenleri de dahil olmak üzere, bu yolculuğun başlangıcına -kaybedilişin yerine- yeniden göz atılması gerekmektedir. Doğayı, dolayısıyla tahakküm/kontrol kıskacındaki insanı kurtaracak şey belki de böyle bir araştırmada saklıdır. İşte o zaman, belki, yeni bir insanlık tahayyülü kurulabilir.