Fransa’nın en çok okunan gazetelerinden biri olan Le Monde’un, 9 Ekim’de yayınlanan “Kürtler: utanç ve savaş” başlıklı editör yazısı şu cümle ile başlıyordu: “Diplomasi alanında, sinizm sadece ihanete değil, aynı zamanda trajediye de yol açabilir.” Yazıda, “bir devletten mahrum bırakılan gezegendeki en büyük insan topluluğu olan Kürtlerin”, Trump’ın ani kararıyla Kuzey ve Doğu Suriye’den ayrılan ABD tarafından terkedilmesinin Kürtlerin tarihi açısından ilk olmadığı belirtiliyor ve Türkiye’nin savaş politikasına yönelik Amerika ve Avrupa’nın genel sinizmi eleştiriliyordu.
Aynı gazetenin 11 Ekim tarihli baskısında ise Paris Sosyal Bilimler Yüksek Tahsil Okulu’nda (EHESS) ders veren Sosyolog-Tarihçi Hamit Bozarslan’ın bir yazısı yayınlandı. Bozarslan bu yazısında Amerika’nın Kürtlere sırtını dönmesini “modern zamanların Münih’i” olarak tanımlıyordu. 29 Eylül 1938’de Münih kentinde Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya arasında imzalanan ve Çekoslovakya’nın Südet bölgesinin Almanya’ya verilmesini öngören antlaşma; Avrupa devletleri açısından yükselen Nazi iktidarının “yatıştırılması” kapsamında yapılmıştı. Çekler tarafından “Münih diktesi” olarak anılacak olan antlaşma uyarınca iki buçuk milyon nüfuslu Südet bölgesi Almanya tarafından ilhak edildi. İşte Bozarslan, Türkiye’nin Suriye’nin Kuzey ve Doğu’suna yönelik askeri müdahale ve iskân politikasını önlemek yerine onun önünü açan Amerikan manevraları ve NATO üyesi Avrupa ülkelerinin kınamanın ötesine geçmeyen çağrıları nedeniyle oluşan mevcut durumu günümüzün yeni bir Münih antlaşması olarak değerlendiriyordu.
17 Ekim’de ABD ile Türkiye arasında yapılan “ateşkes” anlaşması Hamit Bozarslan’in olmakta olanı “günümüzün Münih’i” olarak tanımlamasının ne kadar isabetli bir belirleme olduğunu gösterdi. Bu anlaşma ile uzun süren bir oyalamanın ardından Amerika’daki güçlü muhalefete rağmen Trump’ın kişisel inisiyatifiyle aldığı tehlikeli kararlar silsilesinin finali yapılmış oldu. Bugüne kadar Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetimden Türkiye’ye yönelik en ufak bir saldırı veya tehdit gelmemiş olmasına rağmen, yapılan anlaşma Türkiye’nin Suriye topraklarında 32 km derinlikte bir “güvenli bölge” oluşturmasını ve burada adeta “etnik temizlik” anlamına gelen bir göçertme ve yeniden iskân gerçekleştirmesini de onun kontrolüne bırakıyordu.
Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetim “ateşkes” kapsamında belirlenen 120 saat henüz dolmadan, silahlı güçlerini anlaşmada belirlenen bölgeden çekti. Bu kararın hangi temelde alındığını bilemiyorum fakat Amerikalı ve Türkiyeli yetkililerin söyledikleri ve anlaşma metninde yazılan maddelere bakıldığında; YPG güçlerinden arındırılacak olan bu bölgenin kontrolünün tamamen Türkiye’ye geçeceği (Amerika’nın durumu gözlemleyeceği belirtiliyor!) aşikâr. Türkiye destekli “Milli Suriye Ordusu”nun sadece son iki haftadır işlediği suçlara (Uluslararası Af Örgütü bu konuda kapsamlı bir rapor yayınladı) bakılırsa, yarından itibaren bu bölgede neler yaşanacağını tahmin etmek zor değil.
Oradaki halkların yüzbinlerle ifade edilen kısmının hem on gündür süren ağır saldırılardan hem de özellikle Türkiye destekli ve çoğu son derece selefi karakterdeki grupların muhtemel şiddetinden dolayı bu bölgeyi terk etmek zorunda kaldığını biliyoruz. Yaşam alanlarını terk eden bu insanların yerine Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin yerleştirileceğini ise Türk yetkililer en üst makamın ağzından dile getiriyorlar. Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetim öz savunma güçlerinden arındırılmış/arındırılacak olan bu bölgenin sadece Türkiye ve yedeğindeki “Milli Suriye Ordusu”nun insafına bırakılması; toplumsal sonuçları son derece yıkıcı ve ağır bir etnik temizlik anlamına geliyor.
Salı günkü Erdoğan-Putin görüşmesi bu süreçte hayati bir önem taşıyor, zira ABD ile Türkiye arasındaki anlaşmanın gerçekte karşılık bulması büyük oranda Rusya’nın tavrına da bağlı. Fakat sorunun gerçek çözümü, Suriye devletinin toprak bütünlüğüne saygı gereği bütün bu bölgelerdeki yabancı güçlerin tamamen çıkmasından ve Suriye hükümetinin de Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetimi ülkenin territoryal bütünlüğünü gözeten federal bir temelde tanımasından geçiyor. Eğer bu kısa vadede sağlanamıyorsa, Birleşmiş Milletler veya NATO kontrolünde bir uluslararası barış gücünün bu bölgenin kontrolünü geçici olarak devralması gerekiyor.
Amerika’nın Rojava halklarına yönelik “ihaneti” ve başta Avrupa olmak üzere Düvel-i Muazzama’nın “sinizmi” bu haliyle devam ederse Serêkaniyê ve Tel-Abyad’da geri döndürülemeyecek denli ağır trajedilerin yaşanması kaçınılmaz.