Sınıf mücadelesinin seyri, sermayenin tahakkümünün yeniden inşa süreçleri, alt sınıfların kontrolü, denetimi ve baskılandırılması kapitalist devlet biçimlerinin nesnel zeminlerini yaratır.
Her devlet rafine bir sınıf egemenliğidir. Devlet bizatihi/özü itibariyle sınıf çatışmaların bir ifadesi ve tarafıdır. Her devlet gibi kapitalist devletin varlık nedeni sınıf tahakkümünü sürdürmek ve son çözümlemede kendini ve üzerinde yükseldiği iktisadi temeli korumaktır. Bu aynı zamanda devletin mükellefiyetidir. Burjuva devlet, en gelişmiş ve en konsantre sınıfsal tahakküm ve baskı aracı olarak özel bir yere sahiptir.
Baskı ve yönetme aygıtı/makinesi olarak kapitalist devlet 1848 Kıta Devrimleri, 1871 Paris Komünü, 1917 Ekim Devrimi gibi tarihsel momentlerde, tarihin kırılma noktalarında yeniden yapılanmış, daha yetkinleşmiş ve kompleks bir karakter kazanmıştır.
Aktüel olarak 2008 kapitalizmin organik/ yapısal krizi benzer bir sürecin önünü açtı. Kriz farklı faz ve sikluslar geçirerek derinleşti ve yayıldı. Özellikle yeni nesil kriz tipleriyle yani ekolojik, sağlık ve küresel göç kriziyle birlikte sistemin varoluşsal krizi haline geldi.
Varoluşsal kriz bir toplumsal üretim tarzı ve uygarlık krizini ifade eder. Kapitalist devlet hem sistemin varoluşsal krizine, hem de emperyalist kapitalist sistemin çürüme ve asalaklaşma olarak ulaştığı boyuta (2025 yılı verilerine göre dünyanın en zengini 10 kişinin serveti, 1,5 trilyon dolar ulaştı. Bu rakam bir çok ülkenin GSYH’sini aşıyor) karşı doğabilecek reaksiyonları bastırmak , kontrol etmek, sermaye birikimini sürekli kılmak için dönüşüyor ve yeniden yapılanıyor.
Sezarizm ve Bonapartizm
Yeni kapitalist devleti analiz etmeden önce tarihsel olarak sınıf savaşlarının farklı momentlerindeki/kapitalist kriz dönemlerinde ortaya çıkan kapitalist devlet tiplerini incelemek bugünü kavrama ve değerlendirmede bize yön gösterici olacaktır.
1847- 1850 arası dünya ticaret krizinin dışavurduğu bir tarihsel eşiktir. Aynı dönem, 1848 Şubatında Fransa’da patlak veren devrimin hızla bir devrimci dalgaya dönüşerek, tüm kıtaya yayılması ve kıtanın sarsılmasıyla dikkat çeker.
Marx’ın ifadesiyle gerçekleşen bir dünya devrimidir. Siyasal kökleri 1789 Fransız Burjuva Devrimi ve 1830 Devrimine dayanan 1848 Devrimleri, muazzam gelişmelerin önünü açtı. Marx’ın ifadesiyle monarşiyi simgeleyen taht ve taçlar sokaklara savrulur. Burjuvazinin hegemonyasını inşa ettiği bu süreç bir yanıyla da proletaryanın toplumsal maddi bir güç ve sistemi yıkabilecek “tehlikeli bir sınıf” olduğunu ortaya koydu.
1848 Haziran ayaklanması yenilgisine rağmen bu olguyu gerçeklik haline getirdi. Yine aynı koşullar Marksizm doğuşunu işaretledi. Marx teorik olarak proletarya kavramını felsefi bir kategori olmaktan çıkarıp, dünyayı değiştirecek sınıf, uluslarüstü/ enternasyonal bir devrimci özne anlamında kullanmaya başladı. 1848 Devrimi’nin ön günlerinde Komünist Manifesto kaleme alındı. Manifesto proletaryanın savaş çığlığı anlamına geldi.
Fransa ve Paris kıta ölçeğinde sınıf savaşlarının odağı olarak biçimlendi. Fransa antagonist çelişkilerin en şiddetlendiği, farklı sınıf kombinasyonların ortaya çıktığı, egemen klikler arasında hegemonya savaşların gerçekleştiği ve yeni kapitalist devletin biçimlendiği bir coğrafya olarak laboratuvar işlevi gördü. Bu süreç 1871 Paris Komünü’ne kadar devam edecektir. Marx, özellikle 1848 ve 1852 arasında Fransa’daki sınıf savaşlarını son derece spesifik olarak inceledi. Bu konuda iki önemli çalışma yaptı. Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848- 1850 ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i aslında diyalektik ve tarihsel materyalizmin sınıf mücadelelerine somut olarak uygulanmasıdır ve Marksist siyaset felsefesinin eksenleri olarak dikkat çekerler. Ve sonradan Paris Komününü analiz ettiği (1871) ileride Fransız üçlemesi olarak tanımlanacak, Fransa’da İç Savaş adlı çalışması siyaset felsefesinin üçüncü ayağı olacaktır.
Marx’ın sınıf mücadelesinin yeni kombinasyonuna ve ritmine bağlı olarak kaleme aldığı bu iki eserde bir kavram matrisiyle karşılaşırız. Marx bir hükümet darbesinin anatomisini analiz ederek, devlet teorisi üzerine yüksek bir performans gösterir.
Dönemde Sezarizm kavramının yetersizliği üzerinde duran Marx, devletin yeniden yapılanması ve daha kompleks bir yapıya dönüşmesi, devletin görece özerkliği, yürütme gücünün yeniden şekillenmesi, bürokrasi ve toplumsal işlevi, zor aygıtlarının analizi, hegemonya inşası, devlet ve egemen sınıflar arasındaki ilişki üzerine ayrıntılı olarak durur.
Sezarizm Antik Roma sınıf mücadelelerinden esinlenerek kavramlaştırılan bir devlet biçimini ifade eder. Mevcut hegemonya krizinin darbe veya “tarafsız” ama seçilmemiş bir sivil yönetim altında aşılması anlamına gelen bir yönetim şeklidir. İki yönetici sınıf (‘oligarşi’ ve ‘halkçı’ diye tanımlanan) arasında yaşanan kriz, üçüncü bir gücün müdahalesiyle aşılmaya çalışılır. Sezarizm sınıflar arasında bir denge durumu ifade etse de bu denge egemen sınıflar arasındaki bir dengeyi işaretler.
Marx modern devletin yeni şekillenişini Bonapartizm olarak tanımlar. Özellikle 18 Brumaire’yde son derece önemli arkeolojik içerikteki gözlem, yorumlarıyla ve geliştirdiği yeni kavramlarla Marksist devlet teorisine bugün de dahi esin kaynağı olabilen sonuçlar ortaya koyar. Bonapartizm, Sezarizm gibi benzer denge ve hegemonya krizinin sonucu ortaya çıkar. Sonuçları itibariyle de Sezarizmle benzerlikler gösterir. Sezarizmde cumhuriyeti (antik cumhuriyeti) yıkıp, imparatorluk kurar. Fakat Bonapartizm’in çok ayrıştırıcı bir özelliği vardır. Buradaki aktörler farklıdır. Bir tarafta burjuvazi özellikle iki dominant fraksiyonu, farklı burjuva kesimler, diğer tarafta alt sınıflar ve proletarya vardır. Burjuvazin tek “arzusu” onu ontolojik korkuya iten devrimin her şartta bastırılmasıdır. Devrimin geri çekildiği atmosferde bile bu korku devam eder. Bu noktada ekonomik iktidarının güvencesi için siyasi olarak mülksüzleşmeye/iktidarsızlaşmaya razıdır. Başka mana da bu durum bir sınıfsal hiçliktir. Fransa’da İç Savaş’ta Marx, denge ve hegemonya krizine vurgu yapıp, Bonapartizmi burjuvazinin yönetemediği ve işçi sınıfının ulusu yönetme gelişkinliğine ulaşamadığı bir dönemde, burjuvazinin tek iktidar formu olarak tanımlar.
Bonapartizm sınıflar üstü görünümü ve yürütme gücünün belirleyiciliğiyle dikkat çeker. Burjuvazinin devrimin bastırılması ve düzenin istikrarı için aradığı ortak çözümdür. Yürütmenin başı olan Bonapart’ı, Marx çapsız olarak değerlendirir ve onu öne çıkaran koşullar üzerinde durur. Burjuvazinin iç çekişmelerine ve korkaklığına vurgu yapar. Bonapart, köylülüğün model imajı ve kolektif bilinç altının figürü olarak olağanüstü destek görür. Lümpen proletaryayı mobilize eder ve paramiliter bir güç olarak örgütler. Ordu ve polis aygıtıyla muazzam bir etki yaratır. Ayrıca Bonapartist devlet nispeten bağımsız, özerk konumuyla dikkat çeker. Marx, “devlet erki havada asılı gibi durmaz” diye notu düşerek, “devlet tamamıyla bağımsızlaşmış gibi görünüyordu” vurgusu yapacaktır. Marx, Bonapartizmi burjuvazinin son devleti olarak değerlendirir ve burjuvazinin dini olarak görür ve 1848 Devrimi’nin mezar kazıcısıdır diye tanımlar.
Bonapartizm kriz ve sınıflar mücadelesinin yüksek bir konjonktüründe burjuvazinin tahakkümünü yeniden inşa eden olağanüstü devlet biçimi olarak literatüre girecektir.
1929-1939 Büyük Buhran
Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ve bir dünya devrimi olarak gelişmesi küresel finans kapital için yaşamsal risk olarak algılandı. Devrim sonrası ve iç savaş sürecinde 14 ülkenin karşı devrimi örgütlemek için Sovyetlere saldırması stratejik bir hamledir. Aşağı sınıfların muktedir oluşu burjuvazinin cellat yüzünü hızla açığa çıkarmıştır.
Emperyalist kapitalist sistem Ekim Devrimi’nin işçi sınıfının yıkıcı enerjisini açığa çıkarması, Bolşevik Parti’nin varlığı, şehir merkezli gelişmesi, genel ayaklanma ve genel grevlere dayanarak iktidarı ele geçirilmesinden önemli dersler çıkardı. En başta merkezlerin tahkim edilmesi ve kapitalist devletin yetkinleşmesi yönünde adımlar atıldı.
Ardından 1929- 1939 yılları arasında yaşanan Büyük Buhran kapitalizmin ikinci yapısal krizi olarak dikkat çekti. Ekim Devrimi ve yapısal kriz konjonktürü sınıf mücadelesi açısından yüksek bir momemtumun önünü açacaktır. Aynı süreç kapitalist devletin yeniden yapılanması ve dönüşümünü sağladı. Bir olağanüstü devlet biçimi olarak faşizm gündeme geldi. Faşizm sürekli bir karşı devrim stratejisiydi.
İşçi sınıfının iktidara yürümesi, devrim dalgası ve alt sınıfların olağanüstü mobilizasyonu finans kapitalin yine alt sınıflara yaslanan faşist hareketi tercih etmesini ve iktidarının önünü açmasına yol açtı. Özellikle Nazizmin ve Mussolini faşizminin alt sınıflardan ciddi onay alması ve alt sınıfları mobilize etme kabiliyeti diğer faşizm deneyimlerinden ayrılan temel bir özellik olarak önem taşır. I.Kuşak faşizmin en belirgin özelliği kitlesel bir hareket olması ve aşağından, sokaktan iktidara yürümesidir. Roma Yürüyüşü bu manada hem bir güç gösterisi, hem de simgesel içeriğe sahiptir.
Faşizm büyüsünü biraz da simgeler, imajlar, propaganda ve ritüellerden alır. Kitlelerin kolektif bilinç altlarının da kodlar, blokajlar ve angajmanlar yaratır.
Almanya’da Nazizm, İtalya’da Mussolini faşizmi işçi sınıfını şiddetle paralize etti, bastırdı ve her düzeydeki örgütlülüğünü dağıttı. Sınıfın terbiye edilmesi sağladı ve maksimum kar stratejine hizmet etti. Faşizm yıllarında ağır sömürü koşulları, köle işçilik, sermaye ve malın Almanlaştırılması gibi operasyonlarla finans kapital tarihinin en büyük karlarını elde etti. Devrim tehdidi, sürekli karşı devrimci politikalarla bertaraf edildi. Emperyalist savaşı tetikleyen bu süreç hızla küresel bir katastrofa dönüşecekti.
Faşizm sınıfın körleşmesi ve köleleşmesini amaçladı, emperyalist arzunun konsantre ifadesi olarak hareket etti.
Faşist devlet, emperyalizm çağına ait bir olağanüstü devlet biçimi olarak dikkat çekti. Faşizm olağanüstü koşulların ürünü olarak şekillendi ve inşa oldu. Ve bir total devlet olarak yürütmenin konsantrasyonu, yasama ve yargının yürütmeye tam bağımlılığını ifade eden pratikleriyle özel savaş/iç savaş rejimi olarak şekillendi. Faşizm bir boyutuyla da 1929 krizine finans kapitalin en agresif yanıtıydı. Aynı zamanda sivil toplumu yeniden inşa edip, devletin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemesiyle yeni bir devlet ve toplum biçimi olarak şekillendi..
1974- 75 krizi ve devletin dönüşümü
Kızıl Ordunun Berlin’e girmesi ve Reishstag’a Kızıl Bayrağın dikilmesi faşizmin yıkılışını simgeledi. Savaş sonrasında birkaç yıl devam edecek küresel atmosfer yanılsamalı bir duygunun önünü açtı. Faşizm sınıfsal bazının es geçilmesiyle, “lanetli” bir dönemin kapandığı yönünde eğilimler ortaya çıktı. Akademi ve özellikle burjuva liberal eğilimler faşizmi bir sapma, pataloji olarak ele aldı. Özellikle farklı sınıfsız faşizm analizleri (Marksist cenahta da etkileri görüldü) ve Hitler’de odaklanan psiko- patalojik yorumlar öne çıktı. Özellikle faşizmle büyük sermaye ilişkisi koparıldı.
1960’ların ikinci yarısından sonra özellikle OECD ülkelerinde kar oranlarında düşüş eğilimin baş göstermesi, 70’li yılların ortalarına gelindiğinde yıkıcı bir kapitalist krizin patlak vermesine yol açtı.
Aynı süreç hem çevre ülkelerde, hem de metropolde devletin yeniden yapılanmasını koşulladı. Özellikle 1964 Brezilya’da karşı devrimin gerçekleşmesi, başta Latin Amerika olmak üzere küresel düzeyde karşı devrimci dalganın önünü açtı. 1970 yıllarda Uruguay, Şili, Arjantin ‘de askeri faşist diktatörlükler kuruldu. 12 Mart 1971 bu sürecin devamı olarak şekillendi. 1980 yıllarda Türkiye’de 12 Eylül, Pakistan ve Güney Kore’de gerçekleşen askeri darbeler karşı devrimci dalganın devamını gösterdi. Metropollerde otoriter düzenlemeler gündeme geldi.
Küresel finans kapital, krize karşı neo- liberal politikaları devreye soktu. Neo- liberal kapitalizm sürekli karşı devrimci politikalar anlamına gelecekti ve sınıf mücadelesinin yeni ritmini işaretliyordu.
Yeni konjonktürde yeni devletin analizleri, ikinci dönem faşizm analizleri olarak tanımlanabilir. Bu noktada Brezilya’da Carlos Marighella, İran’da Bijan Cezani, Türkiye ‘de Mahir Çayan yeni dönemi ve yeni devleti analiz eden, faşizmin yeni biçimlenişi üzerine teorik çözümlemeleriyle öne çıkan kimlikler oldu. Yüksek sofistikasyon yetenekleriyle dikkat çektiler. Türkiye özelinde devlet, faşizm ve resmi ideolojinin biçimlenişi ve iç içe geçişini Kemalizm analizlerinde ortaya koyan İbrahim Kaypakkaya’da özel bir yerde durmaktadır. Bu kimliklerin bütünü faşizme karşı mücadeleyi bir iktidar mücadelesi olarak gördü, kurucusu oldukları örgütlerle geleneksel solun ve Sovyet Marksizminin dışında kapitalist devleti şiddetle yıkmak için silahlı mücadeleyi esas aldılar.
Metropolerde ise özellikle Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu- RAF Franfurt Okulunu’nun faşizm üzerine çalışmalarından; Otoriter Devlet ve Oteriteryen Kişilik üzerine yorumlarından esinlenerek ve ekole hakim olan sınıfsız faşizm analizlerini aşıp, özgün ve son derece katmanlı, sofistike faşizm analizleri yaptı. Periferideki devrim ateşini metropollere taşımak için militan bir mücadele biçimi gerçekleştirdi. Silahlı mücadele temelinde faaliyet yürüttü. RAF’ın yeni faşizm analizleri ikinci dönem faşizm analizleri içinde özel bir yerde durmaktadır. Benzer bir çabayı İtalya’da Kızıl Tugaylar’da görürüz. Kızıl Tugaylar işçi sınıfı içinde örgütlenme, kolon tipi örgütsel yapıları ve otonomik özellikleriyle ve silahlı mücadeleyi sistemli ve yaygın hayata geçirmeleri, silahlı alt birim ve milis örgütlenmeleri ve kurdukları fabrika hücreleriyle son derece dikkat çekici bir teşkilattır.
Bu dönemde devletin yeniden yapılanması ve yeni devlet faşizm ilişkisi üzerine en dikkat çeken kimliklerden biri Nicos Poulantzas’tır. Poulantzas, sermayenin uluslararasılaşmasının devletleri daha konsantre ettiği ve işlevlerini kompleksleştirdiği ileri sürer. Ve devlet teorisini kısaca kapitalist devletin otoriter dönüşümü üzerinden inşa eder. Demokratik sosyalizm yaklaşımı Poulantzas’ın düşüncesinin ekseni oluşturur, demokratik sosyalizm inşası için iki yönlü bir strateji üzerine yoğunlaşır. Ayrıca geliştirdiği olağan ve olağanüstü devlet biçimleri kavramları zengin tartışma zeminleri yaratacaktır.
2008 kapitalizminin yapısal krizi, şirket devletler
2008 Krizi sonrası kapitalist devletin yeniden yapılanması yönünde önemli adımlar atıldı. Yeni devlet finans kapitalle paralel yaşamı olan, sınıf mücadelesinden öğrenen, tecrübe biriktiren, yeniden şekillenme kabiliyetine sahip, araçsal, işlevsel ve yapısal özellikleriyle bir bütünlük arz ediyor. Yeni kapitalist devlet Gramci’nin deyimiyle parçalardan oluşmuş bir bütünlük /integral bir yapı özelliği gösteriyor.
Akademik alanın (Türkiye dahil) farklı ülke pratikleri için ileri sürdüğü rekabetçi otoriterlik, tam/total otoriterlik, neo -liberal otoriterlik gibi kavramlaştırmalar süreci tanımlamaktan uzak, özellikle sınıfsal içerik ve bağlam dışı olmakla maluller.
Yeni devlet organik bir şey, aklı ve ruhu var ve bir pratiğe sahip. Hatta küresel karşı devrimci pratiklerden öğreniyor, tecrübe biriktiriyor. Bahsettiğimiz metafizik bir akıl ve ruh değil, finans kapitalle varlığını ortaklaştıran, bir manada onunla paralel yaşamı olan, ontolojisini onun üzerinden kurmuş bir devlet. Bu yönleri bir anlamda aktüel kolektif kapitalist. Sistemin varoluşsal krizine karşı varoluşsal refleks gösteriyor. Ve bu refleksin ifadesi olarak yeniden inşa oluyor. Doğasında olağanüstülük var. Alberto Toscana’nın ifadesiyle Geç Faşizmi temsil ediyor. Nasıl ki 1929 krizine finans kapitalin yanıtı faşizm ise 2008 krizine yanıtı ise Geç/Yeni Faşizm olarak şekilleniyor.
Yeni kapitalist devlet küresel finans kapitalin ihtiyaçlarına uygun, başka bir ifadeyle küresel değer ve meta zincirinin işleyişini ve güvenliğini sağlamakla mükellef ve bu manada sermayenin küresel hareketleriyle uyumlu, kendini yeniden yapılandırma kabiliyeti olan bir organikliğe sahip. Aynı zaman da esnek ve yayılmacı. En önemli özelliklerinden bir diğeri ise aynı anda ikili rejim uygulama kabiliyetinin olması.
Yeni kapitalist devlet sınıfın atomizasyonunu sağlamak yönünde hareket ediyor. Bu yönde sistemli stratejiler geliştiriyor. 50 yıla yaklaşan Neo- liberal kapitalizmin yarattığı yıkım, yeni devletin hareket kabiliyetini artırıyor. Aynı zamanda sınıfın artık nüfusa dönüştürülmesi stratejik hamlelerinden biri olarak dikkat çekiyor.
Emperyalist hegemonya savaşlarında ve yeni emperyalist dizaynlarda ülkelerin çöp ülkeye dönüştürülmesiyle birlikte, halkların artık nüfus haline getirilmesi boşuna değil. Filistin, Libya, Irak, Afganistan, Yemen, Suriye pratikleri yeni jeo-politik savaşları, gerilimleri göstermesinin yanında , sürekli savaş ve iç savaş coğrafyaları yaratılarak yeni hegemonya inşası, çöp ve artık nüfus yaratma adımları olarak da ele alınabilir.
Yeni devletin en önemli özelliklerinden biri de zor aygıtlarını rafine olarak uygulaması yanında, Chomsky’nin deyimiyle yeni rıza mekanizmaları yaratması/imalatıyla da dikkat çekiyor. Özellikle yeni teknolojiler, yapay zeka ve sosyal medya bu noktada hegemonyanın içselleşmesi, kitlelerin manipüle edilmesi, yeni gönüllü kulluk mekanizmaların oluşmasında düşündüğümüzden daha tehlikeli ve etkili yerlere sahip. Teknolojinin ve bilginin tekelleşmesi ve metalaşması köleleşen, zincir seslerini duymayan, hatta bu seslerden mutluluk duyan kitleleri koşulluyor. Kapitalizm yarattığı hazlarla ve arzuyla kitleleri apatikleştiriyor. Artık kapitalizm ve şizofreni ilişkisinin derinleşeceği bir konjonktürün içindeyiz. Geç ya da yeni faşizm bu zeminlerden besleniyor ve küresel bir faşist dalga olarak hem metropollerde, hem de periferide güç kazanıyor.
Şirket devletin/sınıfın paralize edilişi
Yeni devletin en karakteristik özelliklerinden biri şirket devlet olarak şekillenmesidir. Ya da devletin şirketleşme sürecidir. Bu süreç sivil toplum ve devlet ilişkisinde önemli değişimlerin önünü açmaktadır. Ve sürecin en yıkıcı noktası sınıfın paralize oluşu ve atomizasyonudur. Aynı zamanda kadının ve doğanın sömürgeleştirilmesidir. Şirket devletler emek, doğa ve kadın olarak üç sömürge alanı üzerinden şekilleniyor ya da inşa oluyor.
Kısa ve konsantre olarak konumuzla ilgili bir vurgu yapmamız gerekirse; Marx sınıf mücadelesi üzerinden sivil toplum ve devlet tartışmasını yapar. Sivil toplumu sınıf mücadelesinin yaşandığı alan olarak değerlendirir. Bu yönüyle Hegel’den ayrılır. Hegel için asıl belirleyici uğrak devlettir. Hegel sivil toplum ve devlet ikiliği üzerinden devlet felsefesini inşa eder. Sivil toplumdaki (modern dünyanın yarattığı) tekilliklerin ancak devletle aşılabileceği ileri sürer. Marx bu olguyu tam tersine çevirir. Marx için asıl belirleyici olan sivil toplumdur. Sivil toplum Marx için tüm tarihin gerçek kaynağı ve sahnesidir ve bu yönleriyle sınıf çatışmalarında merkezi bir rol oynar. Devlet ise sivil toplumdaki sınıf çatışmalarının bir ürünü olarak doğmuştur. Öte yandan Marx, sivil toplumda yaşanan tekilliklerin ancak sınıf mücadelesiyle aşılabileceği ileri sürer. Ve devletle sivil toplum arasında bir özdeşlik kurar, bir manada sivil toplumun politik toplum olduğunu vurgular.
Devletin şirketleşme süreci, devletin total devlete dönüşerek, gerçek manada şirketleşip artı-değer sömürüsünü sistemli kılacak, maksimum sömürü ve maksimum kar stratejine uygun en rijit politikaları hayata geçirilmesi olarak değerlendirilebilir. Bu süreç bir ayağıyla devletin, sivil toplumu içinde eritmesi ya da kendi organik parçası haline dönüştürmesi olarak okunabilir.
Aslında söylemek istediğimiz sendikaların, baroların, derneklerin, eğitim kurumlarının, dinsel yapıların vb. bir manada devletin organik parçasına dönüşmesidir.
Özellikle sendikalar üzerine odaklanırsak yapılmak istenen, örneğin Türkiye kapitalizmin aktüel ihtiyaçları için attığı her adıma sınıfın riayet etmesi ve boyun eğmesini sağlamaktır. Türkiye kapitalizminin alt emperyalist olma yönündeki hamleleri ve küresel tedarik ve lojistik merkezi olarak konumlanma çabaları bütünüyle kontrol edilen ve denetlenen bir sınıfı koşullar. Sınıfın despotik emek rejimine uygun hareket etmesi, boyun eğmesi ve her türlü itirazının bastırılması gerekir.
Var olan sendikaların devletin bir organik aparatı olarak asıl işlevi budur. Yani alt sınıfların öfkesini massetmek, manipüle etmek ve yeni rıza mekanizmaları üretmektir. Bu yönde sınıfın atomizasyonu, ayrıcalıklı kesimlerin oluşması, yaşayacağı poralizasyon bu yapılar için varlık koşulu ve elzem bir şeydir.
Yeni kapitalist devletin yüksek tolerans ve konfor alanları yarattığı, son derece esnek politikalar geliştirdiği unutulmamalıdır. Finans kapitalin yeni yönetim stratejileri, teknikleri ve modelleri de söylediklerimize uygun adımlar olarak düşünmek gerekir.
Yani bu alanda sadece bir bürokratikleşme ve bir kastın oluşması değil, o bürokratik kastın dahi anlayamayacağı çok daha karmaşık ve stratejik yönelimler ortaya çıkmaktadır.
Şirket devletleşme süreci aynı zamanda kapitalist krize yanıt üretme ve finans kapitalin kar açlığını gidermeyi amaçlayan sistematik karşı devrimci bir süreçtir.
Sınıfın yukarıda bahsettiğimiz stratejik saldırılara yanıtı, hem üretim alanlarında hem toplumsal yeniden üretim alanlarında yeni ve etkili örgütlenme pratikleri yaratmak olmalıdır. Bir manada sınıfın çalışma ve yaşam alanı yanında ve boş zamanın örgütlenmesi ve bir emek odağının inşası için meşru ve militan faaliyetleri artık yaşamsallaşmıştır.