Yaptığı sinemada, yazdığı yazılarda, mecliste söylediği sözlerde, hep bir ses arayışı vardı. O ses bazen bastırılmış bir annenin dili, bazen bir mahallenin yıkımında çıkan tozun içinden duyulan iniltiydi
Merve Şit
Bazı insanlar yalnızca bir dönemin içinden geçmez; o döneme hem tanıklık eder hem de o dönemi, sanki ete kemiğe bürünmüş gibi, yanında taşır. Sırrı Süreyya Önder işte bu nadir insanlardan biriydi. Onu bir meslek ya da sıfatla sınırlamak mümkün değildi. O ne yalnızca bir yönetmendi, ne sadece bir siyasetçiydi, ne de yalnızca bir yazar. O, tüm bunların ötesinde, zamanın ruhuyla doğrudan konuşan bir hikâye anlatıcısıydı. Hayatı, bu ülkenin tarihine sinmiş olan unutulmuş seslerin, bastırılmış duyguların, bastırıldığı hâlde kabaran öfke ve mizahın canlı bir yansımasıydı.
Onun hayatı, çocukluğundan itibaren şiddetle, çatışmayla, eşitsizlikle ve yok sayılmayla tanımlanabilecek bir coğrafyada şekillendi. Sırrı Süreyya Önder’in hikâyesi, yalnızca onun kişisel yürüyüşü değil; aynı zamanda Türkiye’nin son kırk yılına sinmiş olan acıların, dirençlerin ve çelişkilerin de bir özetidir. 12 Eylül’ün karanlığından, Diyarbakır Cezaevi’nin gölgesine; yıkılan mahallelerden yitip giden dillerin yasına kadar uzanan çok katmanlı bir anlatıdır bu.
Benim için Sırrı Süreyya Önder’in sesi, çocukken gizlice dinlediğim yetişkin konuşmalarının arasında bir cümle gibi gelir hep: Doğru ama eksik, samimi ama gürültüsüz. Onu ilk kez televizyonda gördüğümde, diğer siyasetçilerin konuşmalarına benzemeyen bir tonu vardı. Sanki konuşmuyor da anlatıyordu; bir şey öğretmek değil, bir şeyi birlikte anlamak istiyordu. Dili, geçmişin ağırlığını taşıyan ama bugünün insanına değmeye çalışan bir köprü gibiydi. Mizahını, acıyı hafife almak için değil, acının içinden sağ çıkabilmek için kullanıyordu.
O her zaman yalnız kalmayı, yalnız bırakılmayı göze alarak konuştu. Herkesin sustuğu, herkesin hizaya geçtiği yerlerde o durup gözlerini kırpmadan bakabildi. Bunu romantize etmek istemem ama bunun nasıl bir yalnızlık olduğunu hissettiğimi sanıyorum. Çünkü Sırrı Süreyya Önder’in sözlerinde bir sitem vardı, ama bu sitem başkalarını suçlamak için değil, beraber yaşamanın ne kadar imkânsızlaştırıldığını anlatmak içindi. Bazen bir halktan söz ederdi, bazen bir çocuktan; bazen kaybolan bir kelimenin peşine düşerdi, bazen cezaevinde kalan bir mektubun ardına. Her seferinde sözleri, kendi sınırlarını aşar ve bizim de cümlelerimizin içine sızardı.
Yaptığı sinemada, yazdığı yazılarda, mecliste söylediği sözlerde, hep bir ses arayışı vardı. O ses bazen bastırılmış bir annenin dili, bazen bir mahallenin yıkımında çıkan tozun içinden duyulan iniltiydi. Hiçbir zaman yalnızca estetik bir kaygıyla hareket etmedi. “Beynelmilel” filmi, benim için yalnızca bir dönemin değil, bir duygunun filmidir. Bu yüzden Sırrı Süreyya Önder, bir sanatçı ya da siyasetçiden öte, bir tanıdık gibi geldi bana hep. İçini döken bir komşu gibi, yarası kabuk bağlamayan bir ağabey gibi…
Bir keresinde bir konuşmasında şöyle demişti: “İnsanın kendine ait bir geçmişi olmaz bazen, çünkü o geçmişi kendisi seçmemiştir.” Bu söz çok dokunmuştu bana. Çünkü gerçekten de bazılarımız, sadece doğduğu yerden, taşıdığı soyadından, konuştuğu dilden ya da konuşmadığı bir dil yüzünden, bir tarihe zorla dâhil edilir. Sırrı Süreyya Önder’in bakışı bu zorunluluğun bilincindeydi. Bu yüzden kimseyi yalnız bırakmamaya çalıştı. Politikada, sanatta, günlük yaşamda — bir masada otururken, bir lokma paylaşırken bile — insanların taşıdığı yükleri anlamaya çalıştı.
Onun siyaset anlayışı da klasik çizgilerin dışındaydı. Konuşurken belli ki kafasında bir metin vardı ama bu metin, o an duyduğu bir sessizlikle değişebiliyordu. Çünkü o, insanlara bakarak konuşan, onların gözlerinden söz çeken biriydi. Meclis konuşmalarını izlerken çoğu zaman sözün sınırlarını zorladığını görürdük. Cümleleri hem politikti hem kişisel. Hem uzak bir tarihe dokunuyordu hem bugünün kırılganlığını taşıyordu. Böyle bir dili nasıl kurduğunu düşündüm defalarca. Belki de çocukluğunda çok sessiz kalmıştı, belki çok şey görmüştü ama kimse dinlememişti, kim bilir.
Çözüm Süreci sırasında onun aldığı rol, her zamankinden daha çok sorumluluk taşıyordu. Hem devleti hem halkı tanıyan, hem barışın hayalini hem savaşın ağırlığını bilen biriydi. O dönemde onu izlerken, nasıl bir baskı altında olduğunu düşündüm hep. Onun için barış, basit bir siyasal terim değildi. Ölmeyen çocukların, yas tutulmayan anaların, kapanmayan yaraların kelimesiydi. Bu yüzden, sürecin başarılı olması sadece politik bir sevinç değildi onun için, aynı zamanda kişisel bir sevinç olacaktı. Bunu beden diliyle, sesiyle, gözleriyle belli ediyordu.
Onun ölümüyle birlikte bir şey eksildiğini hissediyorum. Bu eksiklik sadece bir insanın eksikliği değil; bir tonun, bir bakışın, bir yüzleşme biçiminin eksikliği. Şimdi geriye dönüp baktığımda, onun gibi insanların her zaman çok olmadığını fark ediyorum. Onlar gidince sadece bir sandalye boş kalmaz, bir masanın tüm düzeni bozulur. Bu ülkede mizah da, direniş de, hatırlama da onun gibi insanlarla nefes alıyor, sonra birden susuyor.
Belki şimdi onun sözlerine yeniden dönmenin, onu sadece özlemek değil, anlamaya çalışmanın zamanı. Çünkü onun hayatı, bizim bugüne dair sorularımızı da içinde taşıyan bir anlatıydı. Eksik kalan cümleleri tamamlamak değil, o eksiklikle yaşamayı öğrenmek belki de en doğru yol. Sırrı Süreyya Önder gitti ama ardında yankılanan o ses, hepimize neyi unutmamamız gerektiğini hatırlatıyor. Bazen o sesin yankısı bir filmin sahnesinde, bazen bir konuşmanın sessizliğinde, bazen de gece yarısı bir yazının ortasında karşımıza çıkıyor olacak. Sanki oradaymış gibi. Sanki hâlâ anlatıyormuş gibi. Belki bu ülkenin sesi hâlâ tamamlanmadı çünkü onun gibi insanlar eksik kaldı. Ama eksik kalan her şey gibi, onun bıraktığı yerden bir şeyler başlamaya devam ediyor. Acıysa da yine de onurlu bir eksiklik bu. Çünkü bazı insanlar gittiklerinde sadece kendilerini değil, bir dilin de yasını tuttururlar bize.
Bu toprakların sesi seninle daha bir derindi. Mizahınla karanlığı deldik, sözlerinle suskunluklara meydan okuduk. Artık burada yoksun ama yüreğimizde hep seninle konuşan bir ses var. O ses, ne zaman bir haksızlık görsek, ne zaman bir çocuk ağlasa, ne zaman bir insan dilini kaybetse, yeniden yankılanacak. Bu ülke, senin gibi bir vicdanı uzun süre göremeyecek belki. Ama sen gittin diye değil; senin gibi biri yaşadı diye daha çok sorumluyuz artık.
Hoş çakal Sırrı Ağabey…