Gazeteci kimliğiyle bilinen Fatih Altaylı, “uzak geçmişinden de bahsediyorum, bu millet padişahını boğmuş bir millettir öldürmüştür” ifadeleri sonrasında “Cumhurbaşkanını tehdit gerekçesiyle” tutuklandı. Elbette memlekette bu tür gerekçelerle ilk kez bir tutuklama yaşanmıyor. Günaşırı faşizmin saldırganlığına karşı mücadele ettikleri, demokratik haklarını kullandıkları ya da sadece mesleklerini yaptıkları için tutuklanan gazetecilerin olduğu bir politik iklimde yaşıyoruz.
Bu tutuklamaların F.Altaylı’nın tutuklanması kadar gündem olmadığı ise biliniyor. Örneğin Özgür Gelecek gazetesi muhabiri Perihan Sevda Erkılınç, sadece devrimci gazetecilik yaptığı için tutsak edildi ve hapishane koşullarında sağlığa erişim hakkı engelleniyor. Günaşırı Kürt gazetecilerin tutuklandığını, haklarında dava açıldığını öğreniyoruz. Devrimci ve yurtsever basın faşizmin bu saldırganlığına yıllardır muhatap oluyor. Ancak tutuklama furyasının F.Altaylı gibi her dönem muktedirin yanında durmuş ve başta Kürt ulusu olmak üzere işçi sınıfına, emekçi halka, kadınlara vb. yönelik saldırılarda “sahibinin sesi” olmuş bir kişinin dahi tutuklanıyor olması, iktidarın içinde bulunduğu duruma dair net bir fikir veriyor.
F.Altaylı’nın Osmanlı padişahlarına atfen söylediği ve elbette Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da hedefleyen “yorumu”nun tutuklanma gerekçesi yapılmasının coğrafyamızda siyaseten kalt geleneği ile doğrudan ilgisi vardır. Evet, Osmanlı’da padişahlar öldürülmüştür. Ancak bu tasfiyeler dönemin merkezi feodal Osmanlı devleti içinde, dönemin hakim sınıf kliklerinin iktidar mücadelelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle reayanın katılımı söz konusu değildir.
F.Altaylı’nın tutuklanma gerekçesi tam da hakim sınıf klikleri arasında iktidar mücadelesine atıf yaptığı ve bu mücadelenin aynı zamanda siyaseten kaltle sonuçlanabileceği gerçeğinin ifade edilmesidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da siyaseten kalt edilebileceği iması, F.Altaylı’nın tutuklanmasına neden olmuştur. F.Altaylı’nın bu yorumunun bir bilgiye (hakim sınıf klikleri arasında darbe ihtimaline) dayanıp dayanmadığını bilmemekle birlikte Türk hakim sınıflarının yakın tarihinde siyasetten kalt örnekleri vardır. Kendi başbakanlarını asmış bir sınıftan bahsettiğimiz bilinmelidir. Ancak imanın, Osmanlı gibi başka bir toplumsal formasyona sahip devlet örgütlenmesiyle günümüzdeki TC devlet örgütlenmesi arasında bir süreklilik arz ediyor oluşu ise dikkat çekicidir.
Bu durum aynı zamanda günümüzde devlet iktidarına sahip olan Türk komprador burjuvazisinin kendisinden önceki feodal sınıfla tam olarak hesaplaşmamasıyla ilgilidir. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı’nın devamı olarak kurulan TC devletini kuran komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları iktidarının feodalizmle uzlaşmasıdır. Coğrafyamızda burjuva anlamada dahi bir demokratik devrim gerçekleşmemiş olması, burjuvazinin kendinden önceki sınıfla kesin olarak hesaplaşmamasına neden olmuştur.
Kemalist devrim denilen şeyin, dönemin emperyalist güçleriyle işbirliği içinde işçi ve köylülerin önderliğinde demokratik bir devrim ihtimaline karşı geliştiği biliniyor. Osmanlı’nın kalıntıları üzerine kurulan yeni cumhuriyetin saltanatı ve hilafeti kaldırması gibi adımlar, genç cumhuriyetin kurucusu komprador burjuvazi ve toprak ağalarının, feodalizmle hesaplaşmasını değil, dönemin emperyalist kapitalist sistemiyle bütünleşmesini hedefliyordu. Çünkü dönemin koşulları içinde kimse “yuvarlanan taçları” başına koymaya cesaret edemezdi. Dahası taçlı bir iktidarı devam ettirme politikası, dönemin hakim sınıflarının emperyalizmle işbirliği ve kapitalizmle bütünleşme yönelimine hizmet etmeyecek ve iktidarlarını sağlamlaştırmaya yaramayacaktı.
Komprador burjuvazi, feodal sınıfla devrimci bir temelde hesaplaşmadığı içindir ki, günümüzde “Muhteşem” Süleymanlar, “Fatihler”, “Kızıl Sultanlar” halen Türk hakim sınıflarının iktidar mücadelelerinde arzı endam etmekte, feodal dönemin tarihsel örnekleri değil güncel siyasetin figürleri olarak ortada dolanmaktadırlar. Bunun halka yönelik ırkçı ve şovenizm politikasının bir ürünü olarak kullanılması “anlaşılır” olmakla birlikte, bütün bu despot ve feodal kişiliklerin halkın tarihi açısından bir önemi olmadığı, gerici sınıfların tarihinin bir parçası oldukları açıktır. Ancak hakim sınıfların kendi içindeki iktidar mücadelelerinde bu tarihsel kişiliklerin şu veya bu nedenle halen gündem olabilmeleri bir yanıyla hakim sınıfların gerici tarihinin sürekliliği, diğer yanıyla da kendi içlerinde köklü bir kopuş yaşamamalarıyla ilgilidir.
Komprador burjuvazinin bir önceki sınıfla köklü bir kopuş yaşamamış olması sadece günümüz burjuva siyasetini şekillendirmemekle kalmamaktadır. Aynı zamanda kendisine ilerici ve hatta “komünist” diyenlerin bile, Fatih Sultan Mehmetleri, Mustafa Kemalleri sahiplenmelerine neden olmaktadır. Hatta iş öyle şirazeden çıkmış durumdadır ki kendilerine “komünist” diyenler Ermeni Soykırımı’nın bir numaralı sorumlusu soykırım suçlusu Mehmet Talat’ı bile “Talat Paşa turnusoldür” denilerek sahiplenilmekte ve örneğin Sabahat Akkiraz tarafından “kahraman” ilan edilmektedir.
Hakim sınıfların kendi katillerini “kahraman” ilan etmesi gerici siyasetlerinin kitleler nezdinde meşrulaştırılması açısından anlaşılırdır. Ancak kendine demokratım diyenlerin bu gerici tarihsel kişilikleri sahiplenmesi kabul edilemez. Hakim sınıfların gerici tarihini ve “kahraman”ları yerine halkımızın ilerici tarihini ve kahramanlarını sahiplenmek ve propaganda etmek gerekir