“Köleler efendinin sarayı ve servetiyle gurur duyar. Beynini kullanmaktan aciz her insan zincirsiz köledir”
Ömer Hayyam
“Eğer oy kullanmak bir şeyleri değiştirseydi, çok önceden yasaklanırdı”
Michel Gérard Joseph Coluche
Anayasanın ikinci maddesinde: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniyor. Aslında bir cümlede dört yalan söyleniyor… Eğer tevatür edildiği gibi olsaydı, Türkiye bu günkü sefil durumda olur muydu? Demokrasi, kadim Grekçe (Yunanca) kökenli. Grekçe’den Latince’ye, Latince’den Fransızca’ya, Fransızca’dan da bize miras… Halkın kendi kendini yönettiği, halk iradesinin tecelli ettiği siyasî rejimin adı… ABD’nin 16. devlet başkanı olan Abraham Lincoln (ki, bir suikast sonucu öldürülmüştür) “demokrasi, halkın halk tarafından, halk için idaresidir” diyor…
Demokrasiden halkın kendi kendini yönettiği, kendi kaderinin kendi elinde olduğu, hiçbir dış iradenin söz konusu olmadığı, insanların özgür iradeleriyle yaşamlarını düzenlediği, insan onurunu yaralayan, insan özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen, sömürü, bağımlılık, hâkimiyet ilişkisinin söz konusu olmadığı, velhasıl insanın insana kulluğunun sona erdiği bir toplumsal yaşam tarzı anlaşılmalıdır…
Maalesef bu dünyada reel bir karşılığı olmayan şeylerin varlığına inanmak oldukça yaygın bir saplantıdır… Entellektüel’in misyonu da söylemle gerçek, doğruyla yanlış arasındaki uyumsuzluğu teşhir etmektir… Anayasayı kimler, kimin için yapıyor? Mülk sahibi egemenler (hâkim sınıflar) için, konunun uzmanı denilen eğitimliler yapıyor. Egemen sınıf doğrudan yönetmez, o iş eğitimli profesyonellere ihale edilmiştir… Siyaset bir “meslek” haline geldiğinde, profesyonellerin işi olduğunda varlık nedenine yabancılaşır… Siyasetin bir anlam taşıyabilmesi için herkesin işi, şeyi olması gerekir. Aristo, “İnsan politik bir hayvandır” demişti… Dört-beş yılda bir önüne konulan sandığa oy atmayla demokrasi olmuyor… ‘Jean Jacques Rousseau: “Gerçi İngiliz halkı özgür olmak istiyor ama, yanılıyor, zira o sadece parlamentoya temsilcileri seçtiği sürece özgür ve temsilciler seçilir seçilmez de köleden başka bir şey değil. Özgür olduğu o kısacık zamanda, özgürlüğünü kullandığı anda özgürlüğünü kaybediyor” demişti…
Esasen seçenle seçilen arasında gerçek bir temsil ilişkisi yok… Bizde seçimlerde parti başkanlarının tayin ettiğine oy veriliyor. Kendileri demokratik işleyişten yoksun örgütler demokrasinin aracı olabilirler mi?
Halen yürürlükte olan anayasa, NATO’cu, Amerikancı, cuntacı generaller tarafından dayatıldı. Halkın %91,32’sinin oyuyla kabul edildi (ben ret oyu verdim). Halk neye oy verdiğini bilmeden, cuntadan kurtulmak için olumlu oy kullandı, kabullendi. Yurttaş bilinci olsaydı o anayasa kabul edilir miydi?.. Gerçi geride kalan 45 yılda birçok maddesi değiştirildi ama özü hep aynı kaldı… Beş yılda bir seçim yapılınca bir rejim demokratik olmuyor… Aslında seçimler kitleleri aldatmak, oyalamak için tezgahlanan bir sirk oyunu… Seçilenler seçenleri temsil etmiyor. Hiçbir reel varlığı yok!
Son tahlilde anayasa ‘bir kağıt parçasıdır’… Anayasa ve kanunların ne içerdiği kadar, nasıl uygulandığı önemlidir… Eğer mevcut anayasaya ve bu kanunlara uyulsaydı, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Figen Yüksekdağ, Alp Atınörs, Can Atalay, belediye başkanları ve çalışanları, asıl işini yapan gazeteciler… hapse atılır mıydı?
Siyasetin bir “meslek”, profesyonellerin, kaşarlanmış politikacıların işi olduğu durumda, demokrasiden söz etmek abestir. Demokrasi ‘yurttaş bilincini’ varsayar… Oysa bizde siyaset profesyonel politikacılar için bir zenginleşme aracı… Elbette bu başka yerlerdekinin matah olduğu anlamına gelmez… Bizdeki başka yerlerdekinin kötü kopyası, daha fazlası değil… Esasen bizde siyaset bütçeyi, hazineyi, müşterekleri (herkesin olanı, olması gerekeni) yağmalamanın, talan etmenin aracı… Elbette her zaman idealist amaçlarla siyaset yapanlar da var ama onlar istisnadır… ‘İstisnalar kuralı doğrulamak içindir’ denmiştir… Herhalde sömürü, yağma ve talan bahsinde hiçbir iktidar dinci, İhvancı AKP ile yarışamazdı… Hiçbir sınır tanımıyorlar… AKP, müesses nizamın diğer siyasi partilerinden farklı… Türkiye’yi alaturka bir İslam Devleti yapmak gibi bir ajandası var… Onun için de mevcut olanı yıkıp kendi rejimini dayatmak istiyor… Eğer başarabilirlerse, ilelebet iktidarda kalmayı umuyorlar…
Gerçi burjuva siyaseti toplumu kutuplaştırarak yol alıyor ama, AKP varlığını düşmanlaştırmaya borçlu… Kendinden saymadığı, kendini desteklemeyen toplumun öteki büyük yarısını düşman ilan ediyor ve öyle davranıyor… Aslında yapılanın ve yapılmak istenenin bu dünyada bir benzeri yok! İki farklı hukuk sistemi yok ama mevcut hukuk iki kesime farklı uygulanıyor… Yandaşlar için suç işlemek, çalmak, çırpmak, yağmalamak, talan etmek serbest… AKP’nin Türkiye’de yaptığının, yapmak istediğinin bir benzeri yok! Biraz yerleşimci kolonyalizmi (sömürgeciliği) hatırlatıyor… Ona İngilizce’de “settler colonialism’, Fransızca’da de “colonie de peuplement” deniyor… “Yerleşimci sömürgecilik durumunda, emperyalist- kolonyalist ülkeden gelen nüfusla, yerli halk bir arada yaşar ama iki farklı hukuk, iki farklı uygulama söz konusudur.
Artık etik değerlere külliyen yabancılaşmış bir rejim söz konusu… Hiçbir meşruiyeti, inandırıcılığı ve rıza üretme yeteneği yok… Gayri meşru… Oysa etik sınır demektir, potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… Etik değerlere, ahlaki değerlere bu ölçüde yabancılaşmış, aşırılığın, ölçüsüzlüğün kural olduğu bir rejim sürdürülebilir değildir…
Demokrasinin, özgürlüklerin, bireysel hakların içi boşluktan, bir retorik olmaktan kurtulması, bu kavramların gerçekten içinin doldurulabilmesi için, geçerli ekonomi-politika ilişkisinin dönüşüme uğratılması, başka türlü söylersek, ters-yüz edilmesi olmazsa olmaz koşuldur… Ekonomik alanın yönetimi dar bir mülk sahibi sınıfın tekelinde kaldıkça ve bireysel ekonomik özerklik yokluğunda, demokrasi kavramı içi boşluktan kurtulamaz. Ekonomik özerklikten yoksun bir insan, yaşam karşısında çıplak demektir. (Zaten proleter kavramının içeriği de çıplak bireye gönderme yapar). Soğuktan korunmak için insan nasıl giyinmek zorundaysa, ekonomik olarak da bireyin çıplaklıktan kurtulması gerekir. Hiçbir ekonomik güvencesi olmayan, kaderi, geleceği ekonomik gücü elinde bulunduranların elinde, vahşi piyasanın kaprislerine tabi bir insan demek, yaşam karşısında çıplak ve korumasız bir yaratık demektir. Öyle biri için, şu ya da bu haklardan söz etmek, dört-beş yılda bir, önüne bir sandık koyup oy kullanmasına izin vermek, anlamsız bir sirk oyunudur… Öyleyse tek başına demokrasi kavramını kullanmak yeterli değildir. Toplumsal eşitlik kavramı, demokrasi kavramına eşlik etmelidir…Toplumsal eşitliği içermeyen bir demokrasi mücadelesi ve demokratikleşme bu bütünlük içinde mümkün değildir… Aksi halde, demokrasi söylemi olup-bitenlerin üstünü örtmenin ideolojik yanılsama yaratmanın aracına dönüşüyor… Sosyalizasyon yokluğunda demokrasi içi boş bir söylem olmanın ötesine geçemez…
Velhasıl, emekçi halk çoğunluğu sahaya inip, sürece müdahale etmeden bu sefil durumdan çıkmak mümkün olmayacak… İyi de eller daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek?