Günümüzde ‘mücadele’ sözcüğünün bile bir tehdit sayıldığı, direnişin kelime düzeyinde kriminalize edildiği zamanlardan geçiyoruz. Artık bir kelimeyi telaffuz etmek, bir eylem kadar tehlikeli bulunabiliyor
Esra Bilen*
Geçtiğimiz günlerde cumhurbaşkanının başdanışmanlarından biri “…Türkiye’de siyasi tutsak yoktur. Ceza mevzuatında tanımlanmış şüpheli, sanık, tutuklu, hükümlü, terör suçlusu gibi statüler vardır. Bunlar hukuki statülerdir. İdeolojik-politik nitelemelerle pozitif hukukun üstünü örtemezsiniz. Suçluyu suçsuz gösteremesiniz. Yolsuzluk yapandan kahraman, terörle iş tutandan mağdur çıkaramazsınız. Ceza hukuku açısından suç işlediği iddia edilmiş ya da suçlu bulunmuş kişileri hukuku reddederek aklayamazsınız. Pozitif hukuka ilişkin eleştirinizi hukuk sınırları içinde yapabilirsiniz, hukuku inkar edemezsiniz. İsnadlara karşı ancak hukuk içinde savunma yapıp hukuk yoluyla mücadele edebilirsiniz…” şeklinde bir tivit attı. Bu yaklaşıma gereken cevap hem siyasetçiler tarafından hem de siyasi tutsakları bağrına basan halk tarafından verildi. Bu sebeple bu yazı bir cevap olma çabasının aksine bu tür yaklaşımların altında yatan sebepleri biraz daha irdelemek amacıyla kaleme alındı.
Öncelikle belirtmek gerekir ki zamanlama açısından epey kafa yorulduğu belli olan bu karşı çıkışın bir hakikati çarpıtma girişimi olduğu ortada. Zira yukarıdaki gönderiyi yazan başdanışmanın “solcu” geçmişinden ötürü, ‘siyasi tutsak’ kavramını çok iyi bildiği bir gerçek. Bilen birinin hakikati çarpıtma çabası ise aklıma ilk olarak 1984 romanında yazılı şu satırları getirdi: “Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak[1]“. Bu satırlar, Kitabın yazarı Orwell tarafından, kitapta tanımlanan “Yenisöylem” kavramı üzerinden bir tartışma yürütülürken yazılıyor. Orwell’a göre Yenisöylem’in amacı, bireyin düşünme sınırlarını daraltmak ve muhalif düşüncenin dilsel temelini ortadan kaldırmaktır. Çünkü eğer bir kavram dile getirilemiyorsa, onun üzerine düşünmek de imkânsız hale gelir. Mücadelenin, direnişin, başkaldırının sözcük dağarcığından silinmesi; eylemin de varlık zeminini ortadan kaldırır. Bu amaçlarla egemen güçlerin ideolojik güçlerini karşılamak amacıyla Yenisöylem oluşturulmuştur. Yenisöylem benimsendikçe mücadeleye dair düşünme biçimleri olanaksız kılınacaktır.
Günümüzde “mücadele” sözcüğünün bile bir tehdit sayıldığı, direnişin kelime düzeyinde kriminalize edildiği zamanlardan geçiyoruz. Artık bir kelimeyi telaffuz etmek, bir eylem kadar tehlikeli bulunabiliyor. Mücadele, direniş veya yazının konusunu oluşturan siyasi tutsak gibi sözcükler; anlamlarının içi boşaltılarak ya da pozitivizm aracılığıyla tersyüz edilmeye çalışılırken dil, sadece bir iletişim aracı olmaktan çıkıyor; iktidarın en sofistike denetim mekanizmasına dönüşüyor. Mücadelenin kavramları ya pozitivist hukuk kavramlarıyla ikame edilmeye çalışılıyor ya da toptan suç sayılarak kamusal alanda yok edilmeye çalışılıyor. Böylece dil, içeriği boşaltılmış, hafızasız, teknik kelimelerle devasa bir çöplüğe dönüşüyor. Orwell’ın deyimiyle Yenisöylem ya da yaratılan bu çöplükte çoğu kavram kendi kendini açıklıyor gibi görünürken de aslında hiçbir şey söylemiyor. İşte siyasi tutsak kelimesine karşı çıkış da tam olarak bu bilinçle yapılıyor. Siyasi tutsak kavramına karşı “şüpheli, sanık, tutuklu, hükümlü” gibi her türlü teknik ceza hukuk terimi kullanılabilir ancak mücadele tarihiyle bütünleşen siyasi tutsak kelimesi kullanılamaz deniyor. Çünkü böyle bir düzlemde “şüpheli, sanık, tutuklu, hükümlü” gibi kavramlar steril olarak kalır ve kullanıldığı anda etkisizleşmiş, sistemin retoriği içinde öğütülmüş olur.
Bu noktada dilin yalnızca iletişim değil, bir iktidar aracı olduğunu unutmamalıyız. Foucault, iktidarın yalnızca yasaklayan ya da cezalandıran bir güç olmadığını; aksine, bilgi üretimi ve söylem kontrolü yoluyla özneyi şekillendiren bir mekanizma olduğunu belirtir. Yine iktidarın, hakikati kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için insanları yeniden hakikati üretmeye zorladıklarını söyler[2]. Bu noktada siyasi tutsak kavramını reddetmek, hakikatle iktidar arasındaki çelişkide iktidardan ve iktidarın çarpıtmalarından yana düşmektir. Bu kavramı kullanmak ise arkasındaki gerçeği kabul etmektir. Bu gerçek, ortada siyasi bir mücadele olduğu ve hukukun bu siyasi mücadeleyi engellemek için araçsallaştırıldığı gerçeğidir. Bu sebeple siyasi tutsaklık sadece teknik bir ceza hukuku söylemi değil, tarihin ve mücadelenin içinde şekillenen bir hakikat meselesidir. Bu bağlamda siyasi tutsak kelimesinin kullanımı yalnızca semantik değil aynı zamanda ahlaki ve politik bir eylemdir. Yazıyı bu eylemlerini şiirlerle yapan Filistinli devrimci şair Mahmud Derviş’in siyasi tutsaklar için yazdığı bir şiiriyle bitirmek istiyorum.
“Mümkündür…
Mümkündür, en azından bazen…
Özellikle şimdi mümkündür
Bir atı sürmek
Bir hücrede
Ve kaçmak
Mümkündür, hapishane duvarlarının
Yok olması,
Hücrenin sınırsız bir diyara dönüşmesi:
Duvarlarla ne yaptın?
Onları kayalara geri verdim.
Peki ya tavanla?
Onu bir eyer yaptım.
Zincirin?
Onu bir kaleme dönüştürdüm.
Gardiyan öfkelendi.
Sohbete son verdi.
Şiiri umursamadığını söyledi,
Ve hücremin kapısını kilitledi.
Sabah geri geldi,
Bana bağırdı:
Bu su nereden geldi?
Nil’den getirdim.
Ağaçlar?
Şam’ın bahçelerinden.
Müzik?
Kalp atışımdan.
Gardiyan kızdı,
Sohbete son verdi.
Şiiri sevmediğini söyledi,
Ve hücremin kapısını kilitledi.
Ama akşam geri döndü:
Bu ay nereden geldi?
Bağdat gecelerinden.
Şarap?
Cezayir’in üzüm bağlarından.
Bu özgürlük?
Dün gece beni bağladığın zincirden.
Gardiyan çok üzüldü…
Benden özgürlüğünü geri vermemi istedi.”
Sonuç yerine; hem kaldığı hapishane hücresine özgürlük getirmek hem de yaşadığı ülkeye, siyasi tutsakların mümkünüdür.
*Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi, avukat
[1] George Orwell, 1984, Can Yayınları, Çevirmen Celal Üster’e ait sonsöz kısmından alıntı, s 346
[2] Michel Foucault’da İktidar ve Güç, Yasemin Apalı, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Dergisi, s 296