Kürt-Türk ilişkilerinde yeni bin yılın şafağındayız. Yoğun sisin ortasında barış çok akıllıca. Tarih yeniden yapılmakta; özneler ilişkileri ve zihniyetleri yeniden şekillendirmekte.
Bu temelde PKK lideri Öcalan kurup büyüttüğü yapıya, büyük bir özgüvenle barış ve demokratik topluma geçiş süreci için silahlı savaşa son verme çağrısı yaptı: “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmalar ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.” PKK yönetimi ise benzer bir özgüvenle çağrıya yanıt verdi: “İyilik, doğruluk, güzellik ve özgürlük mücadelesini, demokratik siyasetle yürütme gücünü halkımıza veriyoruz.”
Yol ve yoldaş sadakati, anlayış ve nezaket bütünlüğü, birlik ve disiplin ruhu, çağrı ve cevap diyalektiğinin ritmi yeni barışa dair umudu ve güveni tazeledi. Yeni barış durumu evrenselden yereli kuran kapsamlı bir yoğunlaşmanın ürünü; hafızaya hakikatin ve haysiyetin hukukunu eklemleyen yeni bir yol tutuşu. Bu yol ürkütebilir, sevindirebilir, kışkırtabilir. Belirsizliğe neşter vurabilir, tam eksine belirsizliği derinleştirebilir. Zira her yeni, potansiyel devrimcidir. Devrimci olan şoke edebilir.
Çocukluğu köyde geçen Kürtler bilirler. Yetişkinler çocukları horoz dövüştürür gibi güreştirirlerdi. Sorumsuz yetişkinlerin keyfi için birlikte büyüdüğümüz arkadaşlarımızla dövüşmek zorunda kalırdık. Birimizin sırtı yere değmeli, birimiz diğerini mutlaka yenmeliydi ki işte o zaman dövüş biterdi. Buna rağmen yenenlerin mevzilerini koruması, yenilenlerin sonraki savaşı kazanması için gerilim bitmezdi. Böylece istisna olması gereken savaş kural haline gelirdi.
Zaman zaman derin kavgalara neden olan, öfke ve nefreti canlı tutan bu güreş ritüellerinden neredeyse tüm çocuklar nasibini alırdı. Bu nedenle bizi güreştiren yetişkinler dışında hem yenen hem yenilen çocuklar hep tedirgin ve mutsuz büyüdü. Kaldı ki çocuklara zorla yaptırılan güreşler, Spartalılara benzer şekilde savunma gücümüzü arttıracak bir amaca hizmet etmiyordu; tam aksine bizi birbirimize karşı düşmanlaştıran acımasız ve aşağılayıcı bir iç savaş ritüelinden başka bir şey değildi.
Taşranın hafızası berraktır; bu nedenle taşrada yaşanan hiçbir an kolay kolay unutulmaz. Güreş ritüellerinin birinde çok sevdiğim ve karşı karşıya gelmek istemediğim bir arkadaşımla güreşmek zorunda kaldığımız günü çok iyi hatırlıyorum. Bir türlü yenişemedik. Kan-ter içinde göz göze geldiğimiz bir anda ikimiz de “durmalıyız” der gibi elimizi birbirimizin boğazından, kafasından, kolundan çektik ve güreşi bitirdik. Yetişkinler devam edin demesine rağmen öz irademizle durduk. Sanki birbirimizi yenmek istemediğimize dair ikimizde de aynı hissiyat vardı. O an şunu anlamıştık: Durmalıyız…
Hakikat uzun uzun betimlenmez; hissedilir, idrak edilir, yaşanır. Savaşın ve barışın bir hakikati var. O hakikati hissetmek, idrak etmek ve yaşamak için bazen durmak gerekebilir. Zira durma eylemi kavganın bitirilmesinin ön koşuludur. Şimdi Kürtler ve Türkler çocukluğumuzda olduğu gibi, gecikmiş de olsa “durmalıyız” diyor. Durmalıyız zira bu savaş başından beri -çocukluğumuzun dövüşlerinde olduğu gibi- yenme-yenilme savaşı değil. Çağrı metninde mealen belirtildiği gibi, hikaye başından beri hakikati açığa çıkarma savaşıydı. Hakikat çamura batmıştı; ve bugün o hakikat iğneyle kuyu kazar gibi yeniden açığa çıkarıldı.
Çocukluğumuzun bazı kışları fena soğuk geçerdi. “Hava çok soğuk” diye yakınırdık. Babamız bize o zaman kısa bir cevap verirdi. Zamanı! derdi. Sonra o zaman akıp geçer, günler geceleri kovalar, mevsimler değişir-dönüşür, Kızıltepe’mize cehennem gibi yazlar gelirdi. Bu sefer de “hava çok sıcak” diye yakındığımızda, babamız yine aynı sakinlikle cevabı patlatırdı: Zamanı! Biz henüz zamanı anlamaya çalışırken babamız zamanın dilini ve bilincini öğrenmişti. Böylece biz de mevsimlerin döngüsünden hareketle her şeyin bir zamanı var ilkesinin nasıl toplumsallaştığını öğreniyorduk.
Evet, sevginin ve şiddetin, öfkenin ve neşenin, savaşın ve barışın bir zamanı var. Bu çoklu ve biricik zamanları kaybettiğimizde büyük kaybederiz. O halde hiçbir şeyin zamanının ıskalanmaması ve her bir şeyin zamanında yaşanması için fazlasıyla disipline olmaya ihtiyacımız var.
Kuşkusuz kayıtsız Romalı yurttaşların keyifle izlediği gladyatör dövüşlerinde olduğu gibi, çoğumuzun çoğu zaman seyirci kaldığı, yenmenin ve yenilmenin hazzına teslim olduğu bu merhametsiz ve zalim savaş, başından beri baldırı çıplakların savaşıydı. Bu savaş durmalı. Ve bu savaş son savaşımız, ebedi barışımız olsun.
Savaşı ancak başlatanlar bitirebilir. Hele de başlatma ve bitirme kudreti politik ve ahlaki toplum ilkeleriyle tahkim edilmişse… Sayın Öcalan bu bağlamıyla çağımızın belki de son toplum ve zaman ustalarından, suların yükseldiği ve indiği anların bilgelerinden biri. Kimse boğulmasın diye yıllardır korkunç çaba harcamakta. Bu açıdan şanslıyız. Yeni zamanın baharında bu şansı akıllıca değerlendirmeliyiz.