Bir halkın vicdanı, sözcüklerin yankısında değil, o sözcüklerin hayata döküldüğü gerçeklerde yankılanır. Ancak, Türkiye’nin siyaset sahnesine baktığımızda, söylemler ve eylemler arasındaki o derin çelişkinin yarattığı bir kopuş, halkın umutlarını her gün biraz daha örselemektedir. İnsanlık onurunun ayaklar altına alındığı, hakikatlerin maskeler ardında gizlendiği bir düzlemde, özellikle de Kürt sorununa dair gelişen olaylar, toplumsal adalet arayışına çekilmiş keskin bir hançer gibidir.
Bugün Türkiye’nin siyaseti, sözlerin etkisi ile eylemlerin gölge düşürdüğü gerçekler arasında sıkışmış durumdadır. Barış, kardeşlik ve eşitlik gibi sıcak kavramların arkasında gizlenen çıkar hesapları, bu kavramların İktidar tarafından birer maske olarak kullanıldığını kanıtlamaktadır. Rojava’da akan gözyaşı ve işlenen savaş suçları, Sêrt belediyesindeki kayyum işgali ile gerçekleştirilen zorbalık, halkın iradesine zincir vurulması; Kürt düşmanlarının maskesinin düştüğünü ve gerçeklerin çıplak bir şekilde önümüze serildiği anları temsil etmektedir.
Kürt sorunu, söylemlerin ardındaki çelişkilerle birlikte, Türkiye’nin toplumsal barış arayışındaki en büyük imtihanlarından biridir. Bir yanda “Kürt sorununu çözeceğiz” diyen sesler, diğer yanda köyleri bombalayan ve halkın özgür iradesini gasp eden eller… Bu tablo, yalnızca bir ironi değil, aynı zamanda devletin çelişkili politikasının çarpıcı bir yansımasıdır. Rojava’da yaşanan dram, sadece bir savaşın değil, bir halkı yok sayma ve susturma stratejisinin en somut görünümüdür. Bu strateji, dış politikadaki samimiyetsizlikleri de ortaya koymaktadır.
Barış ve kardeşlik sözleri, halkın hafızasında sıklıkla acı bir aldatılmışlık duygusuyla yer bulmaktadır. Baskı ve şiddetle yoğrulmuş bir sistemin içi boş naraları olan bu sözler, gerçekten ne kadar uzak olduğumuzu göstermektedir. Kürt halkına yönelik sistematik saldırılar, sadece siyasal değil, aynı zamanda insani bir krizi de beraberinde getirmektedir. Bir halkın direnişini kırma ve iradesini susturma yönündeki politikalar, toplumsal barışı daha da çıkmaza sokmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bu durum, sadece şiddetin çoğaltılmasına ve nefretin kökleşmesine hizmet etmektedir.
Ancak, bu karanlık tablonun ötesinde bir umut ışığı yanmaya devam etmektedir. Kürt halkının yıllarca süren mücadelesi, yalancı söylemlerle değil, adaletin ve hakikatin ışığıyla yoğrulmuş bir çözüm çağrısını yükseltmektedir. Gerçek bir çözüm, Kürt halkının iradesine saygı duymaktan geçmektedir. Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü ve İmralı’daki tecrit sisteminin sonlandırılması, barışın inşası yolunda atılacak en önemli adımlardan biridir. Bu adımlar, şiddeti sona erdirmenin ötesinde, kalıcı bir barışın da temellerini atacaktır.
Sonuç olarak, Türkiye’deki söylem ve eylem arasındaki çelişki, sadece bir siyasi krizi değil, toplumsal vicdanın en derin yaralarından birini temsil etmektedir. Kelimeler, ancak eylemlerle desteklendiklerinde anlam kazanır. Barış ve adalet yolunda atılacak samimi ve cesur adımlar, toplumun geleceği için zorunludur. Kürt halkının direnişi, insanlık onurunun yenilmezliğini bir kez daha hatırlatmakta ve karanlığa karşı ışık olmaya devam etmektedir.