Üniversite günlerinde, yurda yakın sıralanmış izbe yemek lokantaları vardı.
Demokrat biri olduğuna ikna olduğumuz bir abinin yerine giderdik hep.
Mekânın en arka duvarında çeşitli yazılar yazılıydı.
Koca harflerle en göze çarpan cümle şuydu:
“Yaşamanın amacı, amacı olan bir yaşamdır”
On yıllar geçti üzerinden, cümle aklımdan çıkmamış.
Dün sevgili Ceren’in babası Sırrı Süreyya ile vedalaşırken okuduğu mektupta, “Kandıra Cezaevi’nden gönderdiğin bir mektup yüzünden kızamıyorum. ‘Gidecek yolu olmayan, bir amacı olmayan ama hep yanında olan bir babayı sen istemezdin’ demiştin” dediği yerde yine aklıma geldi bu söz.
Öyle ya, mesele yaşam değil, o herkes için…
Fakat amacı olan bir yaşam, en azından ne ettiğini bilen bir yaşam. Buydu hikmet.
Amacı olan bir yaşamın peşinden koşmak ölçü meselesidir, bir denge meselesidir.
Her yerde, her şeyin içinde. Ama olması gerektiği kadar. Ne eksik ne fazla!
Sanatta, edebiyatta, siyasette. Denge kurmak burada zor.
Fakat bu bir zaman ve sabır işi. Bir zanaat işi.
Şimdi herkesin cebinden bir Sırrı Süreyya karesi çıkıyor, kâğıt işçisinden fırıncısına, doktorundan müzisyenine, öğrencisinden siyasetçisine.
Her temas bir iz bırakmış. Bir denge kurmuş…
Geçmiş konuşmalarından hatırladığım, ‘barışa dair bir film yapmak’ istediği idi.
Fakat bir şarkıya sığacak kadar kısa olan hayat, uzun yıllara sığacak kadar da demlenmesini biliyor. 2013 Haziran’da attığı twitte “herkes buraya gelsin” çağrısı, nihai anlamda cevap buldu ve aynı yerde herkes ilk defa 12 yıl sonra bulundu, kendisi dahil.
Film meselesi de benzer bir şey.
Filmi yapamadı, fakat o film, o fark etmeden kendi hayatı oldu.
Onun hayatı barış için çekilecek bir filmin kendisidir.
Varşova gettosundaki yetimhaneden 200 çocuğuyla birlikte Treblinka’ya giderken onları yalnız bırakmayan ve onlarla birlikte yaşamını yitiren Polonyalı doktor-yazar Janusz Korczak, “Çocuklar yarının insanı değil, bugünün insanıdır” der.
Barış da en çok bugünün işidir, bugünün insanıdır.
Toplumdan barışı, demokrasiyi çekerseniz kriz yaşar. Nasıl ki kalbe kan gitmezse kriz doğar, toplum bağı da öyledir.
Önder’in de yaşadığı bu kriz, amaç edindiği mesele ile son derece benzerdir.
Zaten totalde söylediği, size ne yaptık la dediği ve önlemeye çalıştığı şey bu toplumsal kriz haliydi. Kendi krizi buna izin vermedi.
Barış içinde yaşama hakkını ararken yaşama virgül attı.
Değerli arkadaşları olmuş. İyi sevmiş, güzel sevilmiş. Gerisi “hoş bir sada” artık.
Tolstoy’un Üç Soru hikâyesinde geçiyordu:
Çar, “Bir insan için en önemli zaman, en önemli kişi, en önemli iş nedir?” diye sorar.
Yanıt “Şimdiki zaman, karşındaki insan, iyilik yapmaktır” olur.
Bir insanı unutmamak ya da bağ kurmak, herhalde karşılaşmalarda kurulan o anla ilgilidir. Karşıdaki en önemlisidir duygusunu verebilmekle ilgilidir. Sırrı Süreyya’da bu fazlasıyla var.
“Tohum toprağa düşmeyince baş vermez / İnsan da toprağa varmayınca kemâle ermez” misali; Sırrı abinin başı toprağa değdi şimdi, kemale erdi.
Şehitlik, şahitlikten geliyor. Şehit, şahit olandır.
Şehitlik, tarih önünde bırakılan “şahitlik belgesi”dir.
O halde Sırrı Süreyya için rahatlıkla barış ve demokrasi şehidi diyebiliriz.
Tüm tanıklığı bununla ilgilidir. Tüm çabası, derdi, sözü bununla ilgilidir.
Her yerde koştuğu, her yerde dert ettiği bu oldu.
Halk geleneğinde “Sözü söz ettiğimiz yerde” diye bir deyiş vardır.
Aşık Veysel’e göre göçtükten sonra olan şeydir bu.
Sırrı Süreyya da sözü/nü söz edip gitti.
Toprak da hatırlar, biz de.