Geçtiğimiz gün TBMM Başkanı “İmralı’dan gelecek çağrı hayatidir” dedi.
Artık devlet konuşuyor.
Öcalan’dan gelecek çağrının hayati olması ne demek?
Öcalan’ın Türkiye için hayati önemde bir kişi olması demek.
Devlet Öcalan’ı Türkiye’nin geleceği bakımından hayati önemde bir kişi olarak, vaktiyle Atatürk’ün oturduğu koltukta oturan TBMM Başkanı Kurtulmuş’un ağzından, kabul ve ilan etmiştir.
İşte bu ilan Kürt halkının zaferidir.
Bu zaferi defterimize yazalım ve ilk bakışta hoşa gitmeyecek, soğukkanlı bir analiz yapmaya çalışalım.
Devleti Öcalan’la ve Öcalan’ı devletle diyaloga ve sonuçta anlaşmaya yönelten sebep nedir?
Pat durumudur.
Ama benim sözünü edeceğim pat durumu TSK ile HPG arasındaki pat durumu değildir. Askeri bakımdan pat durumu vardır. Ama bu pat durumu ne devleti Öcalan’la, ne de Öcalan’ı devletle diyaloga yönelten bir faktör değildir. Devlet, kırk yıldır HPG’yle ve HPG kırk yıldır devletle savaş halinde. Neden, devlet diyelim ki, savaşın otuzuncu yılında değil de, şimdi Öcalan’ın çağrısını hayati önemde bir çağrı olarak görüyor? Ve Öcalan da çağrısının hayati önemini farkettiği şu anda, devletin tekliflerini bugüne kadar reddederken neden duruma, tam da dahiyane bir zamanlamayla müdahale ediyor?
Mesele iki gücün askeri bakımdan pat durumunda kalmasının çok ötesinde nedenlere dayanıyor. Devlet ve PKK, stratejik hedeflerine ulaşma konusunda pat durumuna gelmişlerdir. Bu stratejik hedefler ne Türk ordusunun HPG güçlerini yok etmesiyle sınırlıdır, ne de HPG güçlerinin devlet tarafından yok edilmesine karşı özsavunmada ısrarıyla ilgilidir. Böyle olsaydı, ne Türk devleti HPG’yi yok etmekten ve ne de HPG buna direnmekten vazgeçerdi, savaş da kırk yıldır sürdüğü gibi, belki kırk yıl daha sürebilirdi.
Askeri pat durumunu aşan, tarafların stratejik hedefleri bakımından pat durumuna gelmesinden kastım şudur:
Üçüncü Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’da merkezlenmesi hem Türk devleti açısından, hem de PKK açısından, her iki tarafın birbirine zıt stratejik amaçlarına ulaşması bakımından istisnai imkanlar yarattı. Türk devleti bu fırsattan yararlanarak “bölgesel emperyalist yayılma ve hegemonya elde etme” amacına yöneldi. PKK ise, bu emperyalist politikayı, küresel güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak “konfederal demokratik halk devrimiyle” yenik düşürme stratejisini benimsedi.
Üçüncü Dünya Savaşı, özellikle Suriye’nin düşmesi, Rusya ve İran’ın bölgede yenilmesi, inisiyatifin İsrail ve Amerika’ya geçmesiyle birlikte hem Türk devletinin stratejik hedefi, hem de PKK’nin stratejik hedefi bakımından küresel ve bölgesel güçler arasındaki dengeler olumsuz yönde etkilendi. Türk devleti bölgesel hegemonya imkanını kaybetti. Buna karşılık, PKK de, keskinleşen çelişki ve çatışmalar ortamında yöneldiği demokratik halk devrimi stratejisi için gerekli olan imkanlardan yoksun kaldı.
Böylece Türk devleti ile PKK stratejik hedeflerine yönelik birbirleriyle mücadelede pat durumuna geldi. Şu andaki somut bölgesel durum hem bölgesel hegemonyaya hem de bunu önleyecek devrimci sürece elverişli olmaktan çıktı.
İnisiyatif İsrail’in ve ABD’nin elindedir. Böylece hem Türk devleti ve hem de Kürt özgürlük hareketi ya belli koşullarda anlaşmak ya da kaderlerini İsrail ve ABD’nin bölgeyle ilgili atacakları adımlara bağlamak gibi bir ikilemle karşı karşıya kaldı.
Gerek Türk devleti ve gerekse PKK, İsrail ve ABD’nin, (şimdilik geri çekilmeseydiler Rusya, Çin ve İran’ın) Kürdistan’a hakim olarak, tüm Ortadoğu’ya, oradan Kuzey Afrika’ya, Akdeniz’e ve Kafkasya’ya hakim olma, enerji ve su yollarını ele geçirme planlarını biliyorlar. Bu bilgiden hareketle Türk devleti “ulus devlet” sistemini tehlikede görüyor, PKK ise Kürdistan’ın bir kere daha küresel güçler tarafından paylaşılmak istendiğini biliyor.
Çıkarları ve hedefleri bakımından taban tabana zıt olan devlete ve PKK’ye ait bu iki öngörü, şu anda Türk devletini PKK’yle ve PKK’yi Türk devletiyle anlaşmaya zorluyor.
İşte TBMM Başkanı Kurtulmuş’un “Öcalan’ın çağrısı hayati önemdedir” açıklaması bölgede meydana gelen ve hem devletin hegemonya stratejisini, hem de PKK’nin devrim stratejisini olumsuz etkileyen somut gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucudur.
Hem Türk devletini, hem de PKK’yi bu olumsuz gelişmelerin açmazından çıkartmak gerçekten de her iki taraf açısından hayatidir ve bu hayati durumda Öcalan’ın yapacağı çağrı da her iki taraf için hayatidir.
“Zıtların çatışması ve birliği” diyalektiğin en önemli teorik tezidir. Şimdi yaşadığımız gerçeklik çatışan zıtların birliğini gözler önüne sürüyor.
Zıtların zıtlığını ve mücadelesini yok saymayan, zıtların birliğini sağlayacak olan “hayati kişi” ne odur, ne budur, Abdullah Öcalan’dır.
Devlet bu gerçeği TBMM Başkanının ağzından artık ilan etmiştir.
O halde “zıt” olduğumuz güçle mücadeleye ara vermek şöyle dursun bu mücadeleyi tırmandırarak, “hayati önemdeki çağrıyı” bekleyelim.
İlk defa devletin de bizlerle birlikte bu “hayati” çağrıyı beklediğini bilerek, kaşlarımızı çatmaktan vazgeçmeden, bıyık altından gülelim.