TJA olarak bir süredir feminist, sosyalist, akademisyen, gazeteci, hak savunucusu kadınlar; “Onurlu bir barış mümkün mü? Barış için ne yapabiliriz? Barış mücadelesi nasıl olmalı? Barışın inşasında kadınların rolü, Türkiye ve Kürdistan’da, Filistin’de, Ortadoğu’da savaş karşıtı bir mücadelenin önemi, bunun için kadınların birlikte mücadele edeceği zeminler, dayanışma ağları kurmaya duyulan ihtiyaç, dinci, cinsiyetçi, milliyetçi ideoloji ve siyasete karşı kadın özgürlükçü, demokratik ve barışçıl bir yaşamın nasıl mümkün olacağı, bunun araç ve yöntemleri ile barışı toplumsallaştırmaya odaklanmak gerekliliği” üzerine tartışmalar yürütüyoruz.
Ankara’daki buluşmamızda genç bir feminist, Türkiye’de kadınlara, Kürtlere, akademisyenlere, siyasetçilere, muhaliflere yönelik baskı, gözaltı ve tutuklamalara karşı “insan haklarının, düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiği” şeklindeki açıklamaların yaşanan gerçekliği ifade etmekte yetersiz kaldığını, yeni bir argümana ihtiyaç olduğunu ifade etti. İktidar bilerek ve isteyerek hakları gasp etmektedir. İnsan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, itiraz etme hakkı iktidarın işine yaradığı ölçüde işlevli ve anlamlıdır. Ancak muhalefet veya politik özneler için bu kavramların sınırı iktidarın çıkarlarına hizmet edip etmediği ile sınırlıdır. Bu durum insan hakları ve özgürlükleri konusunu yeniden ele almayı, güncel, siyasal, toplumsal, ekonomik, teknolojik gelişmelere göre güncellemeye ihtiyaç olduğunu gösteriyor.
Hukuk, muhalefeti baskı altına alan, toplumu dizayn eden bir sopaya dönüşmüştür. Uluslararası yasalar, sözleşmeler, Anayasal haklar keyfi olarak uygulanmakta veya uygulanmamaktadır. “Olağanüstü Hâl” koşulları “olağan” hale gelmiştir. İstisna olması gereken, kural halini almış ve “normalleşmiştir”. Bu yeni “normal” ise düşünce ifade özgürlüğünü, temel insan hak ve özgürlüklerini iktidarın “makul gördüğü sınırlara” çekmiş durumdadır. Bu sınırları aşan kişi veya kuruma, gruba ise devletin kanun yüzü gösterilmektedir. Bu yeni “düzen” Kürt karşıtlığından, Kürtlere yönelik siyasi ve kültürel soykırım politikasından beslenmektedir. Bu politikanın hukuki uygulaması “Düşman hukuku”dur.
Bildiğiniz gibi düşman hukuku, genellikle savaş süreçlerinde devreye konan, “düşman” olarak kabul edilen bireylere veya gruplara karşı özel hukuk kuralları getirir. Bu kurallar, genellikle normal hukuk kurallarından farklıdır; insan hakları, temel haklar, özgürlükler yok sayılır. Muhalifler tutuklanır, baskı altına alınır. Savaş suçları, kötü muamele, işkence ve ölümler bu tür hukukun sonucu olarak açığa çıkar. Adalete erişim engellenir. Türkiye’de olduğu gibi halk iradesi gasp edilir, kayyım rejimi ile seçme ve seçilme hakkı ortadan kaldırılır, infaz yasası yok sayılarak tahliyesi gelenler tahliye edilmez, rehine durumunda tutulur. Akademisyenler bu suça ortak olmayacağız dedikleri için KHK’larla mesleğinden edilir. Bu yaşananların kaynağının devletin Kürt karşıtı politikanın ürünü olduğu gerçeği kavranmadan ve buna itiraz edilmeden temel hak ve özgürlükler güvencede olmayacaktır.
1924’ten günümüze Kürtlere karşı yürütülen inkâr, imha ve asimilasyon politikasının bir devlet politikası olarak günümüze kadar güncellenerek sürdürülmesinde Kürt sorununun çözümsüzlüğü yatmaktadır. Kürtlere ve Kürtlerin dostlarına yönelik sistematik olarak uygulanan hukukun “özel hukuk” olduğu ve “özel yetkili mahkemelerin” bu özel hukuka göre şekillendiği gerçeğini bilmeyen yoktur. Devlet, Kürtleri fiilen yurttaşlıktan çıkarmıştır. Türkiye’nin demokratikleşmesi için mücadele edenler öncelikle devletin bu politikadan vazgeçmesini, Kürtler ve Türkler başta olmak üzere tüm halkların eşit yurttaşlık hakkının güvence altına alınmasını ve düşman hukukundan vazgeçilmesini talep etmesi gerekir. Eşit yurttaşlık yoksa eşit haklar da yoktur. Tüm bu gerçekler tartışılmadan, gerçek anlamda adalete ulaşmak, demokrasiyi inşa etmek mümkün olmayacaktır.
İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükleri güvenceye almak, devlet ve iktidarın görevidir. Evrensel hukuk ilkeleri, anayasal- yasal güvenceye alınmış hakları uygulayıp uygulamadığını demokratik ilkeler çerçevesinde denetleme görevi hukuk kurumlarındadır. Ancak yaşanan gerçeklik, hukuk mekanizmasının toplumun muhalif kesimleri üzerinde bir sopaya, baskı aracına dönüşmesidir. Buna itiraz edenler; evrensel insan hakları ve özgürlükleri korumak için çaba gösterenler ise baskı altına alınmaktadır. Bunun en son örneği Rojava’da Türk devletine ait SİHA ile 19 Aralık’ta katledilen Kürt gazeteciler Cihan Bilgin ve Nazım Daştan için İstanbul Barosu’nun “… Basın mensuplarının çatışma bölgelerinde hedef alınması, Uluslararası İnsancıl Hukukun ve Cenevre Sözleşmesi’nin ihlali niteliğindedir. Dahası, savaşa taraf olmayan sivillerin hedef alınması, Roma Statüsü 8/2/b/ii. maddesinde savaş suçlarından biri olarak ifade edilmiştir. Dolayısıyla, silahlı çatışma bölgesinde görev yapan gazetecilerin korunmasına ilişkin kurallar, Uluslararası İnsancıl Hukukun bünyesindedir… İki basın mensubu yurttaşımızın öldürülmesi olayıyla ilgili olarak etkin bir soruşturma yürütülmesini ve Anayasal haklarını kullanarak basın açıklaması yaptıktan sonra gözaltına alınanların serbest bırakılmasını talep ediyoruz” açıklaması nedeniyle haklarında soruşturma başlatılmıştır. Ankara, İzmir, Diyarbakır barosu başta olmak üzere birçok baro ve insan hakları savunucusunun, siyasi yapıların başlatılan soruşturmaya itiraz etmesi, dayanışması anlamlıdır. Ancak bu vahim durumu ortadan kaldırmıyor. İnsan haklarını, anayasayı, evrensel hukuk ilkelerini korumak; devleti ve iktidarı bu çerçevede denetleme görevi olan kurumlara soruşturma açılması demokrasi ve özgürlükler açısından kabul edilemez.
Yaşam hakkı elinden alınan iki Kürt gazetecinin gazetecilik faaliyeti, düşünce ifade özgürlüğü ve halkın haber alma hakkı devletin sorumluluğunda olduğuna göre bu sorumluluğun yerine getirilmemesini eleştirmek ve sorumlu olanların açığa çıkarılmasını, etkin bir soruşturma yapılmasını istemek neden suç olsun? Yurttaşlık haklarına sahip çıkmamak, haksızlığa- hukuksuzluğa ses çıkarmamak suça ortak olmak anlamına gelir. Suça ortak olmamak ise ne yazık ki “göze almayı” gerektirir. Ama unutmamak gerekir ki göze almadan da demokrasi ve toplumsal barışı inşa etmek mümkün değildir.
Orta Doğu’da, Türkiye’de ve Kürdistan’da acil olan barışın inşasıdır. Halkların, kadınların, gençlerin, çocukların şiddetsiz, barışçıl, demokratik, özgür bir toplumda güvenli ve özgür yaşamı için yapılması gereken gerçekle yüzleşmek ve sorunun nedenlerini ve sonuçlarını doğru bir perspektifle ele almayı ve cesur olmayı gerektirir. Türkiye nüfusunun üçte birini oluşturan Kürtlerin hakları yok sayıldıkça, Kürt özgürlük sorunu güvenlikçi bir perspektifle ele alındıkça gerçek anlamda bir barış ve özgürlükten bahsetmek mümkün olmayacaktır. Bunun mümkün olabilmesi için gerçekten özgürlük, barış ve demokrasi isteyenlerin yan yana gelip örgütlenmesi ve birlikte mücadele etmesiyle mümkündür.
Bitirirken; bildiğiniz gibi Aralık ayı aynı zamanda İnsan Hakları Haftası vesilesiyle Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerinin, katliamların gündeme taşındığı ve devletin bu gerçekle yüzleşmesi yönündeki taleplerin kamuyla paylaşıldığı bir süreçtir. 19 Aralık Maraş Katliamı’nın, “Hayata Dönüş Operasyonu” adlı cezaevi katliamının yıldönümüdür. Aynı zamanda Taybet Ana’nın ve en son Cihan ve Nazım’ın katledildiği tarihtir. 28 Aralık Roboski Katliamı’nın yıldönümüdür. Devlet yaşanan katliam gerçekleriyle henüz yüzleşmemiştir. Bir daha asla demek için yüzleşmenin gerçekleşmesi ve yaraların sarılmasına ihtiyaç vardır.
Bu vesileyle Cihan ve Nazım başta olmak üzere katliamlarda yaşamını yitiren tüm canları saygıyla anıyorum.