Başur ile Rojava büyük oranda özgürleşti ve 20. yüzyıl Sykes Picot sınırları anlamsız hale getirildi. Kürdistan kimliği tüm imha cenderelerinden başarıyla çıktı. Dolayısıyla Kürdistan halkı açısından bir yenilgiden bahsetmek anlamsızdır
Muhammed İnal*
Cumhuriyet’in en ağır sorunlarından olan Kürdistan meselesinin çözümünü herkesin kendi penceresinden tartıştığı bir dönemdeyiz. Bu sürecin tam olarak nereye evrileceğini bilemiyoruz. Ancak 27 Şubat’ta Abdullah Öcalan’dan gelen çağrı güçlü bir atmosfer oluşturduğu gibi başta Kürdistan Özgürlük Hareketi olmak üzere, bölge devletleri ve uluslararası dengeler açısından da beklenmedik bir hamle oldu. Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin bu çağrıya olumlu yanıtı, bazı çevrelerin ve iktidarın özellikle çarpıtmaya ve bulandırmaya çalıştıklarına rağmen, bunun sadece silah bırakma ve kendini feshetme, daha açık ifade ile taleplerinden vazgeçerek ‘teslim olma’ değil, niteliksel bir değişim hamlesi olduğu Kürdistan halkının siyasal yapılanması kadar, Türkiye ve soruna taraf olan diğer güçlerin de dönüşümünü ve yeniden yapılanmalarını zorunlu kıldığını gösteriyor. Kimi çevreler, çağrıdaki ayrı devlet, özerklik veya kültüralist temelli siyasal taleplerin geçersiz olduğu yönündeki ifadeleri anlamlandırmakta zorlandıkları veya bilerek çarpıtmak istedikleri için kafa karışıklığına da yol açabilmektedirler. Devletin şu an bu süreci ‘PKK yenildi, kendisini feshetti’ söylemi üzerinden yürütmeye çalışması da sorunun doğru anlaşılması, çözümün önündeki en büyük engellerden biridir.
Kafalardaki sorular
Önümüzde birkaç temel soru var: Kürdistan halkının özgürlük mücadelesi yenildiği için mi böyle bir süreç başladı? Ortada bir yenilgi varsa, devlet İmralı’yı niye asli aktör olarak kabul etmek zorunda kaldı? Eğer bir yenilgi yoksa İmralı’nın büyük bir özgüvenle, mücadelenin öncü gücü/aracı olan PKK’yi feshetme ve silah bırakma çağrısının sosyal- paradikmatik dönüşüm açısından anlamı nedir, neyi hedeflemektedir? Kürt halkı açısından özerklik dahil kültüralist ve etnik kimlik eksenli taleplerden “vazgeçmek” ne anlama gelmektedir? Ve yeni dönemin siyasal-sosyal talep ve örgütlenme formları ne olmak durumundadır?
Paradoksu aşmak
I- Zafer-Yenilgi Paradoksunu Aşmak: 19 ve 20. yüzyıl siyasal felsefesi ve sosyolojisinin ana ekseni, “çatışmacı tez” ekseninde şekillenmişti. Bu tezle şekillenen tüm ideolojilere (liberalizm, bilimsel sosyalizm ve diğerleri) göre toplumsal hak mücadeleleri uzlaşmaz dualist kutuplardan oluşmaktaydı. Sınıf mücadelesinden ulusal kurtuluş hareketlerine dini-mezhebi hareketlerden kültüralist, hatta ekoloji hareketlerine kadar bu düşman kategori ekseninde mücadele hakim form oldu. Bu çatışmacı ideolojiler ekseninde oluşan mücadeleci yapıları ve stratejileri, doğal bir sonuç olarak “sıfır toplamlı” oyun teorisi gibi ya zafer ya da yenilgi üzerine kurgulanmıştı. Bir tarafın zaferi, diğer tarafın yenilgisini gerektiriyordu. Zira hangi ideolojik (dinsel, sınıfsal veya ulusal) saikle olursa olsun bu bir iktidar mücadelesiydi.
2003’te şekillenen yeni siyasal-paradigmatik çizgi, 1993’lere kadar geri götürülebilecek şekilde, bu paradoksun aşılması yönünde şekillendi; özgürlük mücadelesinin ayrı devlet kurma talebini “anlamsız” gören yeni bir anlam dünyasına işaret ediyordu. Ve 19- 20. yüzyılın çatışmacı ideoloji ve mücadeleci stratejilerinden paradigmatik bir kopuşu, buna karşı yeni bir siyasal strateji, siyasal dil ve toplumsal örgütlenme formu oluşturmayı amaçlamaktaydı. Tüm modern çağ- özellikle 19-20. yüzyıl ideolojilerinin temel hedefinin devlet kurmak olduğu şartlarda, özgürlük hareketinin devlet hedefinden paradigmatik kopuşla vazgeçmesi o zaman da bir tür teslimiyet ya da yenilgi olarak tanımlanmıştı. Oysa yeni tutum, tam da Hegel’in tek özgürlük formu olarak tanımladığı ‘devlet’ idealinden kopuşu ve buna karşı toplumların doğal tarihsel yaşam biçimi olarak ‘demokrasi’nin paradigmatik-ideolojik ilke olarak konulması, 20. yüzyıl sisteminden köklü bir kopuşu ve 21. yüzyılda halkların, inançların ve tüm ezilen kesimlerin-sınıfların kendi özgürlük ideallerini ortaya koymaları anlamındadır. Bugün ortaya konulan perspektif, bu çizginin devamı niteliğindedir.
20. yüzyıl başlarında sömürgeci-emperyalist Batılı güçlerin şekillendirdiği Ortadoğu’da milliyetçi ulus-devlet formları, başta Kürt sorunu olmak üzere birçok sorunun temel nedeniydi. 1925’te başlayan inkar ve katliam sistemi, Kürdistan halkı açısından etnik (ve de cumhuriyetin jakoben laiklik tutumu nedeniyle dini) kimlik eksenli talepleri öncelemesine yol açtı. 1925’te başlayan mücadele, bir bütün olarak bugün büyük oranda başarılı oldu, her 4 devletin inkar politikalarını boşa çıkardı. Başur ile Rojava büyük oranda özgürleşti ve 20. yüzyıl Sykes Picot sınırları gerçekten anlamsız hale getirildi. Kürdistan kimliği tüm imha cenderelerinden başarıyla çıktı ve kendini her manada güçlü bir şekilde örgütleyecek ve üretecek bir formasyona ulaştı. Siyasal bilinç açısından bölgede bariz bir üstünlük kazandı. Dolayısıyla Kürdistan halkı açısından bir yenilgi durumundan bahsetmek anlamsızdır. Ki büyük bir özgüvenle bu süreci başlatmış olması da bunun göstergesidir.
Talepler ne olacak?
II- 20. yy. İdeolojik-Politik Ufkunu Aşmak: Şu an temel sorulardan biri, ayrı devlet talebinin yanı sıra özerklik ve kültüralist ve etnik temelli taleplerin anlamsızlaştığına dair vurgudur. Gerçekten sadece soyut bir demokrasi (demokratik siyaset) talebini, bütün bir ulusal (veya sınıfsal veya dinsel) kimlik/hak taleplerinin yerine ikame edebilir miyiz? Bunun ilk başta soyut bir ‘demokrasi’ söylemi ekseninde hak taleplerinden vazgeçme olarak anlaşılması normaldir. Hatta bu kafa karışıklığı nedeniyle Kürdistan legal siyaseti, sürece nasıl cevap olacaklarını tam kestirememekte, süreci ‘talepsiz’ bir süreç olarak algılama ve bu nedenle de demokratik talepleri dahi dillendirme de tereddütlü bir duruş hatasını yaşamaktadır.
Ulusal, sınıfsal veya dinsel kimlik taleplerinin 19-20. yüzyılda bu derece öne çıkması, temel bir soruna işaret etmektedir ki egemen modernitenin toplumsal dokuyu ne derece enfekte ve dejenere ettiğini göstermektedir. Sanayi devrimi ile gelişen yeni üretim biçimi ve toplumsal disiplin sistemleri, halk topluluklarının tarih boyunca korudukları ve yaşadıkları özerklik (autonomi) ve bağımsızlıklarını (independent) büyük oranda ortadan kaldırdı. Modern döneme kadar toplumun özerkliğine etkisi bakımından oldukça sınırlı kalan devlet aygıtının, modern dönemde aydınlanmacı bilimci ideoloji, teknoloji ve yeni üretim tekniklerinin desteğiyle toplumun her alanına tahakküm eden disipliner aygıtlara dönüşmesi, öncelikle toplulukların tarihsel otonomi ve bağımsızlıklarını, yani komünal demokrasi geleneklerini büyük oranda ortadan kaldırdı. Her türden “kimlik” ulus-devletin homojenleştirici biyo-iktidar aygıtlarının tehdidiyle yüz yüze kaldı. Her devlet, Nietzsche’nin deyimiyle soğuk canavarların en soğuğu, hakim kimlik dışındaki diğer kimlikleri bastırma, eritme ve yok etme amacıyla hareket ettiğinde, madun kimliklere kendini korumanın tek yolu olarak “devletleşme” bırakıldı. Devletleşemeyenler de kimlik politikalarını temel politika olarak benimsemek zorunda kaldı. Demokratik alanın modern devlet eliyle yok edilmesiyle kimlik taleplerinin artışı birbirini açıkça koşullamıştı. Ancak bu bizi, kimlik taleplerinin gayri meşru olduğu sonuca götürmemelidir. Tam tersine tam da bu nedenle, kimlik talepleri, özünde toplulukların modernitenin totaliter ve tahakkümcü (ister kapitalist, ister sosyalist, isterse de dinsel) devlet ve sosyolojik inşa biçimleri tarafından bastırılmasına karşı direnmelerini ifade eder ve toplulukların tarihsel otonomi ve bağımsızlıklarını ifade eden ‘devlet-dışı’ yönetim biçimi, yeni demokrasi talebi olarak şekillenir. Bu nedenle doğal halinde ister etnik, ister sınıfsal, ister dini kimlik talepleri, özünde toplumsal otonomi ve demokrasi talepleridir.
Ancak 20. yüzyıl sisteminin temel sakatlıklarından biri, halkların ve inançların demokratik kimlik taleplerini, çatışmacı tez ve tahakkümcü bir form olarak ayrı devlet eksenine sıkıştırmalarına yol açtı. Yani kimliklerin otonomi veya kültür eksenli talepleri, kendini ifade biçimleri, modernitenin sosyal ve siyasal formunu aşmayı başaramadığı takdirde, tam da egemen modernitenin istediği biçimde toplumsal dokuyu parçalayıcı mikro-milliyetçilik odaklarına dönüşmektedir ve sistemin makro- milliyetçilik hegemonyasını beslemektedir. Bugün aynı sistemden zarar gören birçok alt kimliğin, yani farklı toplulukların birbirine destek olmak yerine birbirine düşman ya da en azından ötekinin derdinden bihaber mikro-milliyetçilik üreten odaklara dönüşmesi en ciddi sorunlardan biridir. Bu durumda kimlik taleplerinin özünü koruyarak ‘demokrasiyi’ ve demokratik siyaseti, bütün kimliklerin özgürlüğünü koruyan bir temel birleştirici talep ve yöntem olarak ileri sürmek, yine bunun siyasal formunu oluşturmak en acil görev konumundadır ki, çağrının anlam ve amacı da budur.
Öyleyse 20. yüzyıl sosyolojisi ve siyasetine ait bazı argüman ve yapısallıkları terk etmek ve demokratik siyaseti temel yöntem olarak belirlemek, “bir talepsizlik” ve etnik-dini-sınıfsal-özgürlük-eşitlik taleplerinden vazgeçmek değildir. Kaldı ki yeni süreçte de Kürdistan halkı başta olmak üzere ezilen halk, inanç ve mezhep, kadın ve diğer toplumsal kesimlerin hak taleplerinden vazgeçilmediği gibi çok daha güçlü yepyeni araç ve argümanlarla savunulacaktır.
* Sincan 2 nolu YGC