Devletçi sistemin yozlaştırdığı tüm ahlaki değerleri politik ilkelerle özüne kavuştururken acaba AKP adım atar mı, demokratik siyasete alan açar mı gibi söylem ve düşüncelere kapılmadan, beklentiye girmeden, bir araya gelerek geleceğimizi örgütlemeli, güç haline gelebilmeliyiz ki, bizlere güvenerek çağrı yapan Sn. Öcalan’ın elini güçlendirip barışın dilini kalıcılaştıralım…
Yasin Yılmaz
Beş bin yıllık devletçi sistemin günümüzdeki temsilcilerinin kördüğüm haline getirdiği Kürt sorunu hem Kürt halkının direnişiyle hem de devletçi sistemin kendi içinde yaşadığı çelişki ve çatışma sonucu çözümü dayatır hale getirdi. Sermayenin rahat dolaşımının önünde engel haline gelen ulus-devletler, özelde Ortadoğu’da Irak ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi, farklılıklara alan açmayarak (etnik, mezhep, düşünce) demokratikleşmeye direnince parçalanmaktan kurtulamadılar. Yaşanan kriz durumunu Kürt halkı örgütlenerek fırsata çevirince, 21. yüzyıl Kürt halkı ve ezilen halkların yüzyılı haline geldi. Böyle olunca İran ve Türkiye için kritik bir süreç de başlamış oldu. Önlerinde iki seçenek bulunmakta, ya mevcut tekçi baskıcı politikalarında ısrarcı olmaya devam edip kaçınılmaz sonu yaşayacak ya da Kürtler gibi farklılıklarla uzlaşarak demokrasiye duyarlı hale gelecek.
Yaşanan Demokratik Toplum ve Barış sürecinde Türkiye’nin hangi adımı atacağı hala belirsizliğini koruyor. Devlet Bahçeli’nin Sn. Abdullah Öcalan’a umut hakkı çağrısıyla, yüzyıllık Kürt sorununun çözümünde önemli bir eşik aşılmıştır. Çünkü yıllardır hem özgürlük hareketi hem de Kürt halkı gerek açıklama ve politikalarıyla gerekse de meydanlarda ve imza kampanyalarıyla Sn. Öcalan’ı siyasi irade ve baş müzakereci olarak gösteriyordu. Fakat Erdoğan ve bazı kesimlerin bu çağrıyı hala benimsemedikleri ortada. Çünkü Sn. Öcalan ortaya çıkan olası barış iradesini güçlendirmek için, koşullar oluşursa süreci çatışma ve şiddetten hukuki ve siyasi zemine çekebilirim demiş, akabinde 27 Şubat 2025’te tarihi çağrıyı gerçekleştirmiştir.
Sn. Öcalan’ın barış ve demokratik toplum çağrısının gerek yerel ve bölgesel gerekse küresel ölçekte muhatapları tarafından çeşitli şekillerde karşılık bulmasıyla, bir kez daha, hala ne kadar önemli bir aktör olduğunu dünyaya kanıtlamış oldu. Mevcut çağrının iki ayağı bulunuyor. Bunlardan barış ayağı; tarafların karşılıklı olarak anlaşma ve diyalog sürecine ilişkinken, demokratik toplum ayağı ise, toplumun kendi kendini eşit-özgürlükçü ve katılımcı fikriyatıyla örgütlemesi kastediliyor.
Sn. Öcalan’ın 27 Şubat çağrısının alt yapısı, 26 yıllık İmralı yoğunlaşmalarına dayanmaktadır. Bunu gerek savunmalarında gerekse de görüşme notlarından anlıyoruz. Çağrıda da görüldüğü üzere, Sn. Öcalan 70’lerin çıkış koşullarındaki paradigmanın sorunlara çözüm üretemediğini belirterek, zihniyette ve pratikte radikal köklü paradigma değişikliğine gitmiş, kavram ve kuramlara yeni anlamlar yükleyerek kurumsallaştırmıştır.
Ortadoğu gibi ateş çemberinde ayakta kalabilmek güçlü bir önderlik ister. Sn. Öcalan, bu çatışmalı süreci siyasi ve hukuki zemine çekmek için gerekli teorik ve pratik güce sahibim demiştir. Bu anlamıyla devrim tarihine öncülük etmiş olan İtalyan sosyalist Gramsci’nin teorik, Güney Afrikalı sosyalist Mandela’nın pratik liderliğini tamamlıyor. Aralarındaki benzerlikleri kadar derin farklılıklarını karşılaştırırsak; Benzerlikleri bakımından politik kimliklerinden dolayı ömürlerinin uzun bölümünü zindanlarda geçirmeleri, halkı merkez alan toplumsal değişimi hedeflemeleri, doğrudan çatışmanın yerine bilinç, örgütlenme ve müzakereyi temel yöntem olarak esas almaları, üçünün de ortak özelliğidir. Farklılıkları bakımındansa, Gramsci, zindanda burjuvazi ve onların hegemonik kurumlarına karşı kültürel devrimle, uzun vadede halkın bilinç düzeyini arttırmayı hedeflerken, entelektüel yazılar yazsa da doğrudan pratik müzakere yapmayarak, teorik kalmıştır. Mandela ise, ırkçı Apartheid rejimini sona erdirmek için pratikte devletle müzakere yürütmüş, sistem içi güç paylaşımıyla da dönüşümü sağlamayı hedeflemiştir. Her ikisi de devletli sistem içinde çözüm ararken, Öcalan binlerce yıl önce Sümerlere dayanan devlet organizasyonunu da aşan, demokrasi ve toplulukların ilişkiselliğinden ilham alarak, demokratik konfederalizm modelini esas almıştır. Temel çelişkinin devlet ile toplum arasında olduğuna inanarak, ulusların kendi kaderini devletsiz de tayin edebileceğini formüle etmiştir. Bu açıdan Sn. Öcalan hem teorik hem pratik olarak ekolojik, kadın özgürlükçü demokratik toplum paradigması ile İmralı’da devlet ile Kürt sorununun çözümü için müzakereler yürütmektedir.
Nitekim tarihi çağrı, içerik ve amaç bakımından kendisiyle çelişmemesine rağmen bir kesim, Cumhur İttifakı’nın anti-demokratik uygulamalarına bakarak, çağrıyı itibarsızlaştırmak istiyor. Oysa yukarıda da belirttiğimiz üzere, Sn. Öcalan İmralı’da kuantumik bir paradigma oluştururken, klasik düz mantığın taraflı dar bakış açısından sıyrılır. Barışın muhatabı olmalarından dolayı devletçi sistemin temsilcileri ile simbiyotik ilişki (karşılıklı faydalanma) kurar. Bu özgürlük hareketini sistem / iktidar yanlısı yapmaz.
Maalesef yapılan bu değerlendirmelerin temelinde, Kürt halkının özgürlük mücadelesine tepeden bakma yatmaktadır. Sürekli rota belirlemeye kalkan, akıl vermeye çalışan, kendisi gibi hareket edilmediğinde de Kürt halkının kandırılacağını sanan bu zihniyet, Sn. Öcalan’ın doğru zamanda, doğru yerde, doğru tarafta olduğunu, önemli bir aktör haline gelerek gündem belirlediğini kabul etmek istememektedir. Kürt halkının özyönetim doğrultusunda özgücüne dayanarak karar alıp uygulayabilmesini hazmedememektedirler.
Sn. Öcalan’ın duruşunun değişmediği, yerel-bölgesel ve küresel tıkanıklığı aşmak için insan-üstü bir hamle gerçekleştirdiği ortadadır. Zaten önderlikler böylesi zamanlarda farklarını ortaya koyarlar. Çağrı sonrası gelişmelerle yeni bir yol açılmış, akan kanın ve gözyaşının dinmesini isteyenler birleşmiştir. Barışın muhataplarına da demokratik toplumu inşa edecek kesimlere de ciddi bir örgütlenme zeminini açığa çıkarmıştır.
Şimdi sıra çağrının taraflarındadır. Devletçi sistem zaman kaybetmeden PKK’nin tek taraflı ilan ettiği ateşkese rağmen yürüttüğü saldırıları durdurarak çatışmasızlık ortamını tesis etmeli ki silahların yerini sözler alsın. Akabinde yüz yıllık inkâr ve imha politikalarının sona erdiğini gösteren, güven verici adımlar atılmalı.
Daha önceki çözüm süreçlerinde olduğu gibi dönemsel çıkarlar Türkiye’nin geleceğinin önüne konulmamalı. Bu noktada CHP başta olmak üzere tüm muhalefet gündemini “ben daha iyi savaşırım” üzerine değil “daha iyi barışırım” diyerek iktidar üzerinde basınç oluşturmalı ve atılacak demokratikleşme adımlarını teşvik etmelidir. Ortak vatan anlayışına dayalı demokratik bir anayasa olmazsa olmazdır. Bu aynı zamanda Cumhuriyetin de demokratikleşmesi anlamına gelecektir.
Demokratik toplumu örgütleyecek kesime daha çok sorumluluk düşmektedir. Devletçi sistemin yozlaştırdığı tüm ahlaki değerleri politik ilkelerle özüne kavuştururken acaba AKP adım atar mı, demokratik siyasete alan açar mı gibi söylem ve düşüncelere kapılmadan, beklentiye girmeden, bir araya gelerek geleceğimizi örgütlemeli, güç haline gelebilmeliyiz ki, bizlere güvenerek çağrı yapan Sn. Öcalan’ın elini güçlendirip barışın dilini kalıcılaştıralım…