Diktatörlüğün yıkılışı ile bir zafer kazanıldı ancak iktidarın HTŞ tarafından gasp edilmesiyle yeni bir sorun ortaya çıkmış oldu. Halkın kendine ait olanı eline alması için devrimin yoluna devam etmesi gerekiyor
Hasan B. Karabey
Suriye Devrimi ABD seçimlerini Donald Trump’ın kazanacağının belirginleşmesi ile birlikte momentum kazandı. 62 yıllık Baas rejimi birkaç gün içinde çöktü ve iktidar HTŞ’nin adeta kucağına düştü.
Yeni durumla birlikte HTŞ lideri Ahmet El-Şara hızla imaj tazeleme çalışmalarına başladı. Zaten Körfez ülkeleri açıkça ve Türkiye zımnen HTŞ’yi destekliyordu. Batı ülkeleri de apar topar terörizm listelerini güncellediler. Rusya bile yeni yönetimle iyi ilişkiler kurmak için sıraya girdi. Bunlardan cesaret alan El-Şara kendini devlet başkanı ilan etti ve demokrasiye geçişi beş yıl ileriye attı.
HTŞ’nin kökenleri El Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi’ne dayanıyor. El-Şara bir dizi birleşmeler ve tasfiyeler sonucunda HTŞ’yi Arap milliyetçiliği ile Selefi İslamcılığını birleştiren bir örgüte dönüştürdü.
Bu örgütün iktidarı ele geçirmesi Suriye’nin diğer halkları ve inançları arasında tedirginlik yarattı. Nitekim önce Alevilerle sonra Dürzilerle çatışmalar yaşandı. Diğer taraftan El-Şara’nın kısmen gerilimden kaçınma siyaseti izlediği de görülüyor ki bu meşruiyeti tartışmalı bir iktidar için gereklidir.
Çalınan devrim
Suriye’de devrim süreci 2011 yılında Arap Baharı kapsamında gerçekleşen barışçı demokratik gösterilerle başlamıştı. Beşar Esad halkın demokrasi talebine devlet terörü ile karşılık verdi. Ordu sivil halkın üzerine sürüldü, kimyasal silahların dahi kullanıldığı katliamlar düzenlendi.
Esad, Rusya ve İran tarafından desteklenmiyor olsaydı büyük ihtimalle devrimin ilk günlerinde kaçıp gidecekti. Dış destek onu pervasızlaştırdı. Diktatörlüğünü ayakta tutmak için ülkesini iç savaşa sürüklemekten çekinmedi.
Baas diktatörlüğü yine de yıkılmaktan kurtulamadı ancak rejimin 13 yıllık uzun iç savaşın ardından bir anda çöküşü devletin HTŞ’nin eline geçmesine yol açtı.
Kısaca Suriye devrimi henüz kendini tamamlamış değildir. Diktatörlüğün yıkılışı ile bir zafer kazanıldı ancak iktidarın HTŞ tarafından gasp edilmesiyle yeni bir sorun ortaya çıkmış oldu. Halkın kendine ait olanı eline alması için devrimin yoluna devam etmesi gerekiyor.
Arap Baharı
17 Aralık 2010’da Tunus’ta, Muhammed Buazizi’nin yozlaşmış iktidarı protesto etmek için kendini ateşe vermesi ile başlayan eylemler kısa sürede bütün Arap coğrafyasına yayıldı. Ocak ayında diktatör Bin Ali ülkeden kaçtı. Mısır’da Tahrir Devrimi başladı ve Şubat ayında Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık iktidarı devrildi. Akabinde Libya’da başlayan gösteriler ilerleyen dönemde NATO müdahalesi ve Kaddafi’nin öldürülmesiyle sonuçlandı. Yine Şubat ayı içinde Bahreyn’de başlayan protestolar Suudi Arabistan’ın askeri müdahalesiyle bastırıldı. Yemen’de de halk “Öfke Günü” eylemleri için sokağa çıktı ve iktidarı devirdi. Mart ayında Suriye’nin Deraa kentinde ilk gösteriler düzenlendi. Bunların yanı sıra Fas, Ürdün, Umman, Kuveyt ve Suudi Arabistan’da da protestolar gerçekleşti.
Bir anda bütün Arap dünyasını saran isyan dalgası kimi yorumcular tarafından 2000’lerin başında ABD’nin Seattle kentinde başlayarak yayılan anti-kapitalist dalganın ve 2009’da İran’da gerçekleşen “Yeşil Hareket”in devamı olarak değerlendirildi. Bu zincire Filistin intifadasını ve uluslararası dayanışma kampanyalarını da eklemek mümkün. Ayrıca Suriye özelinde Kürt halkının Esad rejimine karşı 2004’te Qamişlo’da gerçekleştirdiği kitlesel protestoları da unutmamak gerekiyor.
Arap Baharı’nın Arap milliyetçiliği, Arap sosyalizmi ve İslamcılık gibi sömürgecilik sonrası dönem ideolojilerinin çerçevesini aşan ve “öfkeli Arap” gibi oryantalist stereotipleri kenara atan yeni bir tür sosyal hareket olduğu yorumları yapıldı. Meydanları dolduran kitlelerin temel talebinin sosyal adalet ve demokrasi olması, gençlerin ve kadınların gösterilerde aktif rol oynaması, internet ve sosyal medyanın etkin kullanımı gibi dikkat çekici olgular bu yorumlara belli bir haklılık kazandırıyor.
Sonuç olarak Arap Baharı milyonların sosyal adalete ve demokrasiye duyduğu özlemin dışavurumuydu. Gallup’un yaptığı bir araştırma Arap halklarının ezici çoğunluğunun demokrasi istediğini gösteriyor. “Arap dünyasının geç kalmış Fransız devrimi” ya da “aşağıdan demokratik devrim girişimi” gibi nitelemeler de bu bağlamda anlam kazanıyor.
Meselenin böyle görülmesi şu açıdan da önemli: Arap Baharı dalgası geri çekilmiş olsa da kitlelerin talepleri geçerli ve özlemleri canlıdır. Bu da devrimci dalganın bugün ya da yarın yeniden yükselme potansiyeli taşıdığı anlamına geliyor.
Bahar neden kışa döndü?
Yozlaşmış Arap monarşileri Arap Baharı karşısında dehşete düştüler ve onu bastırmak için bütün imkanlarını seferber ettiler. Arap Baharı’nı destekleyen Cemal Kaşıkçı’nın vahşice öldürülmesi de bu korkunun bir sonucuydu.
Tahrir Devrimi’nin yenilgisinde Suud’un yanı sıra İsrail de rol oynadı. Otoriter rejimleri işbirlikçiliğe ikna etmenin daha kolay olması ve Ortadoğu’da demokrasinin hüküm sürmesinin İsrail’i de değişime zorlayacağı gerçeği Siyonistlerin Arap Baharı’na düşmanca yaklaşmasına neden oldu.
ABD ve Batı, Arap Baharı karşısında ilkesiz ve çıkarcı bir tutum sergiledi. Başlangıçta özgürlük taleplerine destek verir gibi göründüler, süreç derinleştikçe statükoyu korumayı tercih ettiler. Libya’ya NATO müdahalesi emperyalist çıkarları önceliyordu. Mısır’da seçilmiş hükümete karşı yapılan darbeye göz yumdular hatta Sisi’yi desteklediler. Değişim yalnızca onların çıkarları ile örtüşüyorsa meşruydu. Ortadoğu’nun çürük düzeni zaten İngiltere ve Fransa tarafından kurulmuştu. Suriye’de de Fransız manda yönetiminin böl-yönet siyaseti ile temellerini attığı yapı sorunların kaynağını oluşturuyor.
Liderlik ve paradigma eksikliği
Muhalefet açısından temel sorun ise kapsayıcı ve çoğulcu bir demokrasi cephesinin kurulmasına öncülük edecek siyasal hareketlerin yokluğu ya da zayıflığı idi. İhvan gibi örgütler belirli bir sosyal tabana sahip olmakla birlikte demokrasi vizyonuna ve farklı toplumsal kesimlerle birlikte hareket etme deneyimine sahip değildiler. Kısa iktidar dönemlerinde de otoriterliğe yöneldiler. Ayrıca uluslararası, bölgesel ve ulusal statükonun gücünü küçümsemek hatasına düştüler
Demokrasiyi özümsemiş liderliklere sahip olmayan dolayısıyla demokrasi cephesini sürekli genişletemeyen hareketler sorunu ortaya koyabilir ama çözümü koyamazdı. Kısaca muhalefet açısından sorun liderlik ve paradigma eksikliğinde düğümleniyordu. Arap Baharı’nın birinci perdesi de biraz bu eksikleri göstererek kapandı.
Suriye: Arap dünyasının kilidi
Arap aleminin dünyaya açılan kapısı olarak Suriye’de demokratik cumhuriyetin tesis edilmesi Arap Baharı için gerçek bir zafer, Ortadoğu ve İslam dünyası açısından büyük bir kazanım olacak.
Dün Arap Baharı’na düşmanlık eden güçler bugün aynı nedenlerle demokrasiye geçişi engellemek istiyor. Körfez monarşisinin hayalinde Suriye’nin bir tür emirliğe dönüşmesi var ve bunun için kesenin ağzını açmaya da hazırlar. İsrail ve İran gibi bölgesel güçler istikrarsız bir Suriye’yi ve meşruiyeti zayıf bir iktidarı tercih eder. Batı ülkeleri için kendi dar çıkarları demokrasiden önce geliyor.
El-Şara Ortadoğu statükosunun korunmasından çıkarı olan güçlerin kendi yönetimini ehven-i şer olarak gördüğünü biliyor. Bunun yanısıra demokratik seçimler düzenlenirse iktidarı kaybedeceğinin de farkında. HTŞ’nin Arap nüfus içindeki desteği dahi son derece sınırlı.
Bugün demokrasiye geçişi beş yıl ileri atan El-Şara’nın yarın kendisini “ebedi başkan” olarak ilan etmeyeceğinin garantisi yok. El-Şara Körfez tiranliklarının o seçeneğe de finansör olacağını ve uygar dünyanın da kayıtsız kalacağını biliyor.
Suriye halkının ve bölgenin çıkarları ise çoğulcu ve laik parlamenter demokratik cumhuriyetin kurulmasından geçiyor. Sadece demokratik cumhuriyet iç savaş riskini tümüyle bertaraf edebilir ve ülkeye kalıcı istikrar getirebilir.
Arap Baharı, Suriye ve Türkiye
Türkiye halkı Arap Baharı’nı sempatiyle karşıladı. Zira Arap-İslam coğrafyasında demokrasinin gelişmesi Türkiye’nin, bütün bölgenin ve İslam aleminin hayrınadır.
AKP başlangıçta Arap Baharı’nı destekliyor gibi göründü. Erdoğan mitinglerinde halkı Mısır direnişinin sembolü olan Rabia işareti ile selamlıyordu. Bir süre sonra ise Rabia’yı “tek millet, tek bayrak, tek dil, tek devlet” sloganı ile birlikte kullanarak tekçi – inkârcı bir iç siyaset malzemesine dönüştürdü.
Ankara’nın Suriye siyasetine yaklaşımı ise Kürdofobi ile sakatlanıyor. Erdoğan 2013-2015 çözüm sürecini “Suriye’de Kürtlerin statü elde etmesini kabul edemem” diyerek bitirmişti. Esad’ın koltuğunu korumak için son dakikaya kadar uğraştı. Rejime karşı askeri harekat başladığında ise Türkiye’nin denetimi altındaki silahlı grupları Şam’a değil Rojava’ya yönlendirdi. Bu da HTŞ’nin iktidarı tek başına almasını kolaylaştırdı. Erdoğan ve Fidan HTŞ’yi Kürtlerle savaşmaya ikna etmeye dahi çalıştılar.
Bugünlerde yeni bir barış süreci gündemdeyken ve başarıyla sonuçlanmak üzereyken AKP Suriye Kürtlerini hala tehdit olarak görmeye devam ediyor.
Eski yeniye direniyor
Şu an Türkiye’de bir paradigma değişimi süreci içindeyiz. İnkâr siyasetinin terk edilmesi ve silahlı çatışma döneminin kapanması ile birlikte bir asırdır Türkiye’nin iç ve dış siyasetini belirleyen ve son derece dar bir çerçeveye sıkıştıran eski paradigma miadını dolduracak.
Paradigma çok çeşitli alanlardaki düşünce biçimlerini ve siyasetleri belirleyen bir tür “resmi ideoloji”dir. Eski paradigma Türkiye’nin sadece iç siyasetini değil bölgesel ve uluslararası siyasetini de, Arap ve İslam dünyasına yaklaşımını da belirliyordu ve bakış açısını adeta bir at gözlüğü ile sınırlıyordu.
Geçiş süreçlerinde eski ve yeni sahnede aynı anda yer alır ve eski yeniye direnç gösterir. Rojava’ya yönelik hasmane tutumun sürdürülmesi Ankara siyasetinde hala eski paradigmanın hüküm sürdüğünü gösteriyor.
Yeni paradigmanın özünde ise Türklerin ve Kürtlerin Ortadoğu’nun demokratikleşmesi için birlikte çalışabileceğine duyulan inanç yer alıyor. Bu inançla hareket etmek ise yurtsever vizyonerlik oluyor.
Kaderlerimiz birleşti
Arap Baharı ile birlikte başlayan dönemde Türkiye ve Suriye’nin kaderleri giderek iç içe geçti. Suriye halklarının hemen hepsinin Türkiye’de akrabaları bulunuyor. Artık Türkiye’de de bir Suriyeliler gerçeği var.
Suriye Osmanlı döneminde de imparatorluğun önemli merkezlerinden biriydi. Yerli halk Osmanlı’yı yabancı güç olarak görmediği gibi belirli ölçüde Osmanlı-Arap sentezi de oluşmuştu.
Türkiye’nin Suriyeli savaş göçmenlerine kapılarını açması Arap halklarının Türkiye’ye bakışını değiştirdi ve halklar arasındaki tarihsel bağları kuvvetlendirdi.
Türkiye Suriye’nin demokrasiye geçiş sürecine destek olursa Arap halk kitlelerinin gönlünü kazanacak, kaldı ki Ortadoğu’da demokrasinin gelişimi Türkiye’nin çıkarlarıyla da örtüşüyor. Tarihindeki iki imparatorluğun mirası da sorumluluğunu artırıyor.
Özetle Türkiye’nin yapıcı katkıları Suriye’de demokrasiye geçişi kısa vadede kazanılabilir bir hedef haline getirebilir. Suriye’de demokrasinin tesisi ise bölgesel değişim için yeni bir başlangıç noktası olabilir.
Halkların baharı
Kürtler cesur erkek ve kadın savaşçıları ile DAEŞ’i mağlup ederek bütün dünyanın takdirini kazandılar.
Daha da ötesi Kürtler Rojava’da da pratiğe dökülen güçlü bir demokrasi paradigmasına sahip. Rojava’da kurulan bölgesel yönetim altında Kürtler ve Araplar barış içinde yaşıyor.
Bu yüzden Türkiye kendi demokrasisini geliştirmek; Suriye’de ve Ortadoğu’da demokrasinin tesisini katkı sunmak istiyorsa en yakın müttefiki doğal olarak Kürtler olacaktır.
Türkler ve Kürtler birlikte İslam dünyasının demokratik dönüşüm yaşamasına öncülük edebilir ve onun makus kaderini değiştirebilirler. İran ve İsrail dahil hiç bir bölge gücü de demokratik değişim sürecinin dışında kalamaz. Medeniyetin doğduğu topraklarda Türk, Kürt, Arap, Acem, Yahudi, Hristiyan, Müslüman, Şii, Sünni bütün halkların ve inançların barış içinde yaşadığı bir geleceğin kapıları açılabilir. Devletlerarası “reel siyaset” açısından bakıldığında bu son söylediğimiz naif ve ütopik görünebilir ama halkların gönlünden geçen de budur. Tarihte devletler değil, halklar kalıcı olmuştur. Demek ki son sözü söyleyecek olan da halklardır.
Demokratik Suriye için Kurucu Meclis
Suriye’nin kaderine toplumsal tabanı olmayan, oluşan boşluktan dolayı iktidarı ele geçirmiş bulunan karar veremez. En kısa sürede “Kurucu Meclis” seçimleri gerçekleştirilmelidir. Çok sayıda Suriyelinin hala yurtdışında olduğu ileri sürülebilir ancak buna çözüm üretmek zor değildir.
Meclis her halükarda şimdiki seçimle gelmemiş yönetimle kıyas kabul etmez ölçüde geniş bir temsiliyet zeminine ve ona bağlı olarak güçlü bir meşruiyete sahip olacaktır.
Suriye’nin geleceğini ancak özgür seçimlerle oluşturulan bir kurucu meclis tayin edebilir. Ancak bu meclisin yazacağı anayasa uluslararası toplumun da saygı duyacağı bir “yeni Suriye sözleşmesi” olabilir. Bu yöntem dışında yapılan pazarlıkların hepsi boşluktadır ve yarın iktidar değişince kolayca yok hükmünde sayılabilir.
Kurucu meclis yoluyla demokrasisini tesis etmiş bir Suriye dış saldırılara karşı daha korunaklı olacağı gibi uluslararası yaptırımlar da ancak bu yolla tümüyle kaldırılabilir.
Öyleyse Türkler ve Kürtler içerde barış ve Cumhuriyet’in özgürlükçü temellerde yeniden inşası ve Suriye’de de laik demokratik cumhuriyetin kazanılması için omuz omuza vermek zorunda. Türkiye’de de Suriye’de de barış, hemen, şimdi!
Şehid namirin
İyi haberlerini beklerken Sırrı Süreyya Önder’i kaybettik. Enternasyonalist bir Türkmen sosyalisti olarak barış için yüreğini ortaya koydu; barışın ve halkların kardeşliğinin şehidi oldu. Aziz hatırası halklarımızın kalbinde daima canlı kalacak. Yüreğini ferah tut yoldaş. Her bijî aşiti, bijî biratiya gelan!