Son günlerde İsrail ve Türk devletinin Suriye’de sıkça karşı karşıya geldikleri görülüyor. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar’ın “Türkiye ile Suriye’de veya başka bir yerde karşı karşıya gelmek istemiyoruz” sözleri, kulağa diplomatik bir temenni gibi gelse de sahadaki çıplak gerçeklerin üzerini örtemiyor.
Gerçek şu ki: Türkiye ve İsrail, son bir hafta içinde Suriye’de defalarca karşı karşıya geldi bile. Ve bu karşılaşma, sadece iki devletin değil; aynı zamanda iki farklı gelecek tahayyülünün de çatışmasıdır.
Türkiye’nin Suriye politikasında cihadist yapılarla kurduğu taktiksel ortaklıklar, sahada inşa ettiği askeri üsler ve uyguladığı yayılmacı strateji, artık gizlenemez bir işgal planının parçasıdır. Bu planın hedefi ne yalnızca Kürt halkının devrimci kazanımlarıdır ne de yalnızca Rojava’dır. Türk devleti, Suriye’nin tamamını kontrol altına alma, halkların iradesini gasp etme ve emperyal düzlemde yeni bir hegemonya inşa etme arzusunu açıkça ortaya koymaktadır. T4, Palmira ve Hama’daki her hamle bu planla bağlantılıdır.
Rojava’da inşa edilen özerk yönetim her fırsatta bu işgalin bahanesi yapılmakta, ancak asıl hedef, Suriye’nin bütününe hükmetmek; sınır ötesi bir otoriter rejim ihraç etmektir. Bu durum, sadece askeri bir tehdit değil, halkların devrimci iradesine dönük çok boyutlu bir kuşatma ve yok etme stratejisidir. Karşımızda duran gerçek yalın ve serttir: Türkiye, Suriye topraklarında halkların inşa ettiği her özgürlük alanını ezerek, tüm bölgeyi kendi siyasal tahakkümüne boyun eğdirmeye çalışmaktadır.
Colani ve HTŞ gibi yapılarla kurulan ilişkiler, Türkiye’nin cihadizmi nasıl bir araç olarak gördüğünü açıkça ortaya koyuyor. Bugün Colani’nin taktiksel dönüşümü, kravat takıp “makbul bir muhalif” gibi görünmeye çalışması, aslında IŞİD’in enkazından kalan korkunun üzerine inşa edilen bir stratejidir. Ancak unutulmamalı: Gömleğin üstüne kravat takmak, gömleğin kirini örtmez.
Türkiye’nin geçmişte IŞİD’le kurduğu ilişkiyle bugün HTŞ ile kurduğu bağ arasında yalnızca isim farkı vardır. Mantık aynıdır: “Eğer bana hizmet ediyorsa, kim olduğunun önemi yok.” Bu anlayışla sürdürülen bir politika, sadece Rojava’ya değil, bölgedeki her özgürlük umuduna yöneliktir.
İsrail’in son dönemdeki müdahaleleri, Rojava’nın yalnız olmadığını da gösteriyor. Belki çıkar çatışmaları üzerinden şekillenen bir destek bu, ama yine de Kürtler için yeni bir denge kapısı aralıyor. Özerk yönetim ve Şam arasında yapılan kimi anlaşmalar, Türkiye’nin planlarını boşa çıkarmaya başladı bile.
Tabi Erdoğan rejimi de boş durmamaktadır. Bir yandan ABD’yi kendi çizgisine çekmeye çalışırken, diğer yandan sahada HTŞ ile kurduğu denklemi sürdürüyor. Ancak hesaplar tutmuyor. Çünkü bu satranç tahtasında artık sadece Türkiye’nin değil; İsrail’in, ABD’nin, İran’ın ve tabii ki Kürtlerin de hamleleri var. Türkiye’nin dayattığı bütünlükçü ama Kürtsüz bir Suriye tahayyülü, bölgesel gerçeklerle ve halkların iradesiyle örtüşmüyor.
İsrail ise farklı bir gelecek kurmak istiyor: Daha dengeli, daha çoğulcu ve elbette daha kontrol edilebilir bir Suriye. Dürziler, Kürtler ve diğer halklar için bir güvenlik alanı oluşturulması, İsrail’in hem kendi güvenliği hem de İran karşıtı stratejisiyle örtüşüyor. Bu nedenle, belki de tarihsel olarak ilk kez, Kürtler ile İsrail arasında sahici bir stratejik yakınlık gelişiyor.
Colani’nin Türkiye’nin dayatmalarına boyun eğmesi ile İsrail’in tehditlerini göz ardı edememesi arasındaki salınım, bölgedeki cihadist düzenin kırılganlığını ortaya koyuyor. HTŞ, Kürtlerle denge kurmak zorunda. Bu denge, Rojava’nın yalnızca askeri değil, diplomatik zekâsının da bir ürünüdür.
Ve tüm bu karmaşanın ortasında, Kürt halkı yine en ağır bedeli ödüyor. Ama direnişleri artık sadece bir savunma değil; aynı zamanda yeni bir geleceği kurma çabasıdır. Askeri direnişin yanında yürütülen diplomatik mücadele, Türkiye’nin tüm kuşatma girişimlerine karşı Rojava’yı daha da güçlendiriyor.
Türkiye’nin Suriye politikasında ısrarla sürdürülen cihadist merkezli yaklaşım, artık yalnızca bölge halklarını değil, uluslararası toplumun önemli aktörlerini de rahatsız eden bir noktaya ulaşmıştır. Giderek derinleşen bu yalnızlık, Türkiye’nin dış politikada manevra alanını daraltmaktadır.
Öte yandan Kürt halkı, kararlı duruşu ve direnişi sayesinde sahada değişen dengelerle birlikte bölgesel denklemde vazgeçilmez bir aktör haline gelmiştir. İsrail’in bir süredir Kürtlerle ilgili aralıksız bir biçimde üst perdeden yaptığı açıklamalar, bu yeni gerçekliğin açık bir göstergesidir. Bu durum, Kürt halkının mücadelesine tarihsel bir ivme kazandırmakta; aynı zamanda Kürt karşıtlığını temel alan politikaların sürdürülemez olduğunu gözler önüne sermektedir.
Sonuç olarak; Ortadoğu’da kartlar yeniden karılırken, Kürtlerin rolü artık edilgen değil, belirleyici bir konumdadır. Türkiye, bu değişen gerçekliği görmezden geldikçe, sadece bölgedeki barış ve istikrara değil, kendi iç huzuruna da zarar vermektedir. Kürt halkı artık çoklu seçeneklere, farklı ittifaklara ve güçlü bir stratejik vizyona sahiptir. Bu nedenle Türkiye’nin, Kürt halkının meşru varlığını ve haklı taleplerini tanıyan, daha adil ve barışçıl bir yaklaşımı benimsemesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Aksi takdirde, yaşanacak trajedilerin sorumluluğu tarih önünde çok ağır olacaktır.