Suriye’nin geleceği ya halkların ortak iradesiyle demokratik temellerde kurulacak ya da dış müdahalelerin şekillendirdiği bir kırılganlık içinde boğulacaktır. Bu eşiğin tanınması, yalnızca politik bir görev değil, bölgenin istikrarı, halkların onuru ve gerçek bir barışın ön koşuludur
Sinan Cudi
8 Aralık’ta BAAS rejiminin çözülmesiyle birlikte doğan geçici hükümet ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi arasında resmi olarak 10 Mart’ta başlayan temaslar ilk kez tüm halkların katıldığı bir kurucu sürecin mümkün olabileceğini düşündürdü. Ancak bu umut kısa sürede bölgesel müdahaleler, güvenlik refleksleri ve vesayet hesapları altında ezilmeye başladı. Özellikle Türkiye’nin açık ve örtülü müdahaleleri bu süreci tıkanma noktasına getirdi.
Türkiye’nin geçici hükümete sunduğu “tam destek” bir dayanışmadan ziyade siyasal denetim anlamına geliyor. Ankara’nın desteği, geçici hükümetin siyasi manevra alanını daraltmak ve onu Kürtlerle, özellikle QSD ile yürütülen müzakerelerde tavizsiz bir pozisyona zorlamak için kullanılıyor. Bu durum Suriye’nin bütününe dayatılan bir yeniden inşa modelinin ne yönde şekillendiğini gösteriyor. Bu müdahaleci yaklaşım, Suriye halklarının ortaklaşacağı demokratik bir geçişi imkansızlaştırıyor.
Özellikle QSD’nin merkezi orduya entegrasyon süreci Türkiye’nin doğrudan sabotajıyla karşı karşıya. Haziran 2025’ten bu yana Fırat hattından Irak sınırına kadar askeri hareketlilik ciddi biçimde arttı. Cerablus, Ayn Îsa, Girê Spî ve Derazor hattında Türkiye destekli gruplar yeni yığınaklar yapıyor. Ancak bu yalnızca klasik anlamda bir askeri hazırlık değil. Aynı zamanda QSD’ye karşı yürütülen bir psikolojik savaş söz konusu.
Telegram, X ve TikTok gibi platformlarda “QSD çözüldü”, “Kürtler kaçıyor”, “Arap aşiretleri devrimi yeniden başlatıyor” temalı içerikler dolaşıma sokuluyor. Access Now ve Citizen Lab gibi kuruluşlar bu içeriklerin %60’ının Türkiye merkezli bot ağları tarafından üretildiğini tespit etti. Bu bir psikolojik savaşın göstergesidir ve hedefi QSD’nin toplumsal meşruiyetini aşındırmaktır.
QSD’yi yalnızlaştırmayı hedefleyen bu psikolojik savaş aynı zamanda Kürtlerin öncülük ettiği toplumsal inşa modelini de itibarsızlaştırmayı hedefliyor. Kadın özgürlüğü, halk meclisleri, toplum savunması ve ekolojik adalet gibi temel kavramlar Türkiye’nin güvenlik temelli jeopolitik vizyonuyla açık bir çatışma içerisinde. Ankara’nın müdahaleleri QSD’yi yalnızca askeri bir tehdit olarak değil temsil ettiği paradigmadan dolayı siyasal bir tehdit olarak da kodluyor. QSD’nin merkezi orduya dahil edilmesi yerine etkisizleştirilerek marjinalize edilmesi hedefleniyor.
Suriye içindeki siyasal temaslar da benzer biçimde kesintiye uğruyor. Geçici hükümet ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi arasında zaman zaman ilerleme kaydeden müzakereler, Türkiye’nin onayı olmaksızın sürdürülemiyor. Bazı kaynaklara göre, müzakere masasında atılacak her adım, Ankara ile yapılan temaslara endeksli biçimde belirleniyor. Bu durum yalnızca Kürtlerin değil Arap halklarının ve diğer etnik-dinsel toplulukların da siyasal özneleşme imkanını ortadan kaldırıyor. Ortada, halkların kendi kaderlerini tayin ettiği bir kurucu irade değil, dış politik pazarlıkların yön verdiği bir geçiş süreci var.
Türkiye’nin bu denklemdeki rolü, teknik değil paradigmatiktir. Yürütülen siyaset, Suriye’nin askeri denetimini ve toplumsal geleceğini kontrol altında tutma arzusuna dayanıyor. Bunun için topluluklar arasındaki ilişkilerde düşmanlıklar inşa ediliyor. Araplar Kürtlere, aşiretler öz yönetim yapılarına karşı kışkırtılıyor. Bu strateji geçmişte BAAS rejimi döneminde de işlevseldi. Şimdi yeniden sahaya sürülüyor. Ancak bugün durum daha kırılgan çünkü Suriye halkları, bir rejimin yıkılışına tanık oldu ve yerine kurulacak sistemin ne kadar kapsayıcı ve adil olacağını doğrudan deneyimlemek istiyor.
QSD’nin mevcut sistem içinde hak ettiği yer verilmeden, geçici hükümetin halklara güven verecek bir meşruiyet inşa etmesi mümkün değil. Yapılması gereken şey geçici hükümetin siyasi egemenliğinin Türkiye vesayetinden kurtarılması, QSD’nin sadece askeri değil siyasal ve toplumsal temsiliyetine de yer verilmesi ve Arap-Kürt ortaklığının kurumlar düzeyinde tanınmasıdır.
Bu askeri ittifaklarla değil, müzakere, eşitlik ve yerel öz yönetimlerin tanınmasıyla mümkündür. Önder Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli çağrısında vurguladığı “demokratik toplum inşası” fikri, yalnızca Kürtler için değil tüm Suriye halkları için geçiş sürecine zemin sağlayabilecek tek tutarlılığa sahip çerçevedir.
Eğer bu yapısal eşikler aşılmazsa, Suriye’nin yeni rejimi halklar arasında barış ve eşitliği sağlamayacak, tersine çatışma ve parçalanmayı kalıcılaştıracaktır. Türkiye’nin güvenlik doktrini üzerine kurulu bu vesayet rejimi, geçici hükümeti de tutsaklaştırmakta, onun siyasal meşruiyet üretmesini engellemektedir.
Suriye’nin geleceği ya halkların ortak iradesiyle demokratik temellerde kurulacak ya da dış müdahalelerin şekillendirdiği bir kırılganlık içinde boğulacaktır. Bu eşiğin tanınması, yalnızca politik bir görev değil, bölgenin istikrarı, halkların onuru ve gerçek bir barışın ön koşuludur.