Türkiye kamuoyu, bugün çok kritik bir seçime odaklanmış durumda. Seçim amigoluğunu kifayetsiz agresif Soylu’dan son düzlükte devraldığı anlaşılan Erdoğan, Muhammed Mursi’nin ölümünden aldığı ilhamla, bugünkü İstanbul seçiminin “şehit” Mursi ile onu deviren Sisi arasında olduğu imasını yapıyor. Muhalefetin medyadaki “Sözcü”leri ise, Mursi’nin ve temsil ettiği siyasal İslamcı çizginin Kemalizm ve laiklik düşmanı olduğunu vurguluyor. Ama bugün ikinci kez sandık başına gitmek zorunda bırakılan İstanbul halkı için Sisi ve Mursi isimlerinin belirleyici bir etkisi olmayacak.
Mursi faktörü, devrik Mısır başkanının geçtiğimiz hafta yargılandığı mahkeme salonunda ölümü ile Türkiye’nin seçim gündemine eklemlendi. Erdoğan, Mursi’yi “şehit” ilan etti ve ülkenin bütün camilerinde temsili cenaze namazı kılınması talimatı verdi. Beklendiği üzere, bu trajik ölüm ve cenazeyi seçim propagandası lehine kullanabilmek için elinden geleni ardında bırakmıyor. 2011 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı sarsan Arap Baharı, Kahire’ye ulaştığında Tahrir Meydanı’nı dolduran kitlesel protestolar, diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesi sonucunu getirmişti. 2012’de yapılan genel seçimlerde Müslüman Kardeşler (İhvan) teşkilatının adayı Muhammed Mursi başkan seçildi.
Mursi, bir yıl süren başkanlığı süresince iktidarını konsolide etmeye çalıştı. Devletin “gerçek sahibi” Mısır Ordusu’nun komuta kademesinde yukarıdan aşağı önemli değişiklikler yaptı. Askeri İstihbarat Teşkilatı başkanı General Abdulfettah Sisi’yi Savunma Bakanı koltuğuna getirdi. Mursi’nin anayasayı aşan yetkileri ve laik sisteme karşı giriştiği uygulamalar, Mübarek’i devirmiş olan demokratik güçler tarafından yeni bir protesto dalgasına yol açmakta gecikmedi. Mursi, bu protestolar karşısında kendi taraftarlarını da yine Kahire’nin Rabia meydanında gösteri yapmaya çağırdı. Kol kanat gerip yükselttiği General Sisi komutasındaki Mısır ordusu, artan toplumsal kutuplaşma gerekçesiyle 30 Temmuz 2013 günü yönetime el koyarak Mursi’yi hapsederken yüzlerce taraftarını da sokaklarda ve hapishanelerde katletti.
Muhammed Mursi, altı yıl tecrit koşullarında hapsedildikten sonra bir duruşma sırasında can verdi. Hapis koşullarının ölümünde önemli bir rol oynadığı ortada. Ama bunun ötesinde, iddia edildiği gibi kalp krizi sonucu değil, içinde tutulduğu cam kabine salınan bir gazla zehirlenerek öldürüldüğü, hatta mahkemeye gelmeden önce ölmüş olduğu gibi karşı iddialar mevcut. Erdoğan da Mursi’nin ölümünün Birleşmiş Milletler tarafından soruşturulması talebinde bulunuyor. Mursi’nin ölümü, bölge siyaseti açısından 2017’den beri, Suudi Arabistan başta olmak üzere bir dizi Körfez ülkesinin, İran yayılmacılığına karşı sert tavır alınması çağrısı etrafında bir blok oluşturma anlatısı ile yakından ilgili. Bu bloğa ilk katılım, Mısır yönetiminden gelmişti. Katar ve Türkiye ise bu oluşuma rakip bir başka bölgesel güç bloğu oluşturuyor. İhvan, bu oluşumun siyasal eğilimini belirliyor. İki blok arasındaki çatışma sürecinde ikinci önemli “şehit” verildi; birincisi Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı idi. Her iki ölümde de gösteri faktörünün öne çıkışı (İstanbul’da gündüz vakti vahşi bir cinayet ve mahkeme salonunda seyirciler önünde bir ölüm), aralarında bağlantı ihtimalini güçlendiriyor. Erdoğan’ın retoriğinde “demokrasi şehidi” olarak anılan Mursi’nin ölümü, Katar/Türkiye eksenli ve İhvan eğilimli siyasal cephede gerçekleşen ikinci önemli can kaybıdır
Mısır’da ordu, 1952’de Albay Cemal Abdül Nasır önderliğinde yönetime el koymuş ve 2011’e kadar ülkeyi yönetmişti. Kısa süren Mursi epizotu ardından yeniden yönetime el koymuş bulunuyor. Bu trajedi içinde, Tahrir Meydanı’nda rejime karşı toplanarak Hüsnü Mübarek’i deviren kitlelerin demokratik iradesinin yeri hemen hiç yok. Ortadoğu’nun birçok ülkesinde olduğu üzere Mısır halkı, İslamcı diktatörlük ile askeri rejim arasında bir seçim yapmaya zorlanıyor
İşte Erdoğan, seçimin Binali bey ile Sisi arasında olduğu retoriğini bu mantık üzerinde kuruyor. Oysa üçüncü seçenek olarak demokratik hak ve özgürlükler talebi, Mısır’da olduğu gibi Türkiye’de de her zaman mevcuttu. Bu demokratik toplumsal irade açısından Kürt halkının ve Kürt siyasetinin belirleyici niteliği ise son dakikada çevrilmeye çalışılan dolaplarla birlikte iyice görünür hale gelmiş bulunuyor. Seçim sonuçlarıyla birlikte, bu üçüncü seçeneğin ve Kürt halk iradesinin bu demokratik duruş içindeki payının bir daha inkârı artık mümkün olmayacaktır.