Bir süredir, bana günümüz kapitalizminin “bildiğimiz” (Marx’ın bize açıkladığı) biçimde işle(ye)mediğini düşündürten kimi durumları ele alıyor ve bunların, arkasında yattığını düşündüğüm köklü bir durum değişikliğiyle, “proleterleşmenin nufus bakımından sınırına gelmiş/gelmekte oluşuyla” ilişkisini göstermeye çalışıyorum. Buradan ulaşmayı ümid ettiğim sonuç ise, sınıflar mücadelesinin bugünkü gerçek devrimci temelindeki göremediğimiz, yakalayamadığımız yenilikleri yakalamamıza katkıda bulunmak.
Durmaksızın kafamda evirip çevirdiğim ve yoldaş olduğumu hissettiğim herkesle paylaşmaya çalıştığım bu soruların, düşüncelerin, saptamaların önemli bir bölümü “tamamen yeni” değil. “Güneşin altında yeni bir şey yok!”. Benim hareket noktası haline getirdiğim saptamaların bir kısmı daha önce de yapılmış, tartıştığım sorunları anıştıran soruların bir kısmı da ortaya atılmış.
Günümüzün kapitalist üretim sürecinin değişik unsurlarına odaklanarak yürütmeye, derinleştirmeye çalıştığım tartışmanın belli başlı unsurlarına çeşitli vesilelerle giren, temas eden üç yazarın çalışmalarından söz ederek devam etmenin bu noktada yararlı olacağını düşünüyorum: Immanuel Wallerstein, Andre Gorz ve David Harvey.
Wallerstein, 1983’de yayınladığı “Tarihsel Kapitalizm” adlı kitabında, “daha fazla sermaye üretmek amacıyla sermaye üretme” saçmalığının kapitalistleri “ayak değirmeninde daha da hızlı koşmak için gitgide daha hızlı koşan beyaz fare”ye dönüştürdüğünü, ama bunun için de dünya nufusunu genişleyen dalgalar halinde proleterleştirdiklerini söylüyordu. Wallerstein, kapitalizmi bir “dünya sistemi” olarak incelerken, proletaryayı da bir küresel sınıf gövdesi biçiminde tahayyül ediyor ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretim sürecinin sonucunda “proletaryanın (göreli değil) mutlak olarak yoksullaştığını” ileri sürüyor.
“Dünya işçilerinin (…) ağırlıklı kısmı, beş yüz yıl önceki atalarından daha kötü durumda. Daha az iyi yiyor ve kesinlikle daha dengesiz besleniyorlar. (…) bir yaşından itibaren ömür beklentisi(nin) … eskisinden daha (az) olduğunu sanıyorum. Daha fazla -günde, yılda ve ömür boyu daha fazla saat (abç)- çalıştıkları açıktır. Bu çalışmayı daha az toplam nimet karşılığı yaptıklarına göre, sömürü oranı çok dik bir tırmanış göstermiştir.” (I. Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm, Metis Yay. 2006 Sf. 86)
Wallerstein, işçi sınıfının artan bir sömürü oranıyla genişlemesine, işçi sınıfının cinsiyetlendirilmesi ve etnikleştirilmesinin eşlik ettiğini ve cinsiyetçilik ve ırkçılığın “biyolojinin konum tanımladığı bir toplumsal süreç” olarak “toplumsal olarak yaratılmış ama toplumsal olarak parçalanmaya elvermeyen bir yapı” oluşturduğu saptamasını yapıyor. Wallerstein’in daha 1983’te proleterleştirme sürecinin yönetiminin egemen sınıf politikasında tuttuğu stratejik yerin ve içerdiği “yeniliklerin” peşinde olduğu görülüyor.
Wallerstein 1999’da yayınladığı “Bildiğimiz Dünyanın Sonu”nda ise şu anda, “dünya kapitalizminin nihai zaferini değil, ilk ve tek gerçek krizini yaşıyoruz” diyerek başladığı sözünü “her biri yıkıcı bir mahiyet taşıyan dört uzun vadeli eğilime işaret ederek” sürdürüyor: “birincisi ve en az tartışılanı, dünyanın kırsallıktan çıkmasıdır (deruralization)” diyor. (Wallerstein ilginç bir biçimde, küresel proleterleşme olgusuna adıyla hitap etmek yerine “Kırsalsızlaştırma” diyor.) Wallerstein dünya nufusunun bir bütün olarak proleterleşmesini, saptadığı dört yıkıcı eğilim arasında birinci sıraya oturtuyor. Bunun nedenini de kapitalizmin zorunlu olarak girdiği “kar sıkışmalarından” çıkabilmek için “Tekrar tekrar başvurulan çözüm”ün, “daha iyi ücret alan işçilerin piyasa arzını oluşturmasına izin vermek ve siyasi olarak zayıf ve birçok sebepten ötürü çok düşük ücretleri kabul etmeye hazır yeni insan tabakalarını dünya işgücü içine çekerek toplam üretim maliyetlerini azalmak” olduğunu; beşyüz yıldır kapitalistlerin bu tür insanları kırsal bölgelerde bulup kent proleterlerine dönüştürdüğünü; dünyanın kırsallıktan çıkmasıyla bu döngünün bozulacağına, dolayısıyla kapitalistlerin kar düzeylerini muhafaza etme yeteneklerinin tehlikeye gireceğine bağlıyor.
Wallerstein diğer üç yıkıcı eğilimi (“Ekolojik Kriz”, “Demokratikleşme” ve “Devlet Yapılarının Mali Krizi”) sıraladıktan sonra, “Dünya bir geçiş döneminde. Bu kaosun içinden, şu anda bildiğimiz düzenden farklı yeni bir düzen çıkacak. Ama farklı ille de daha iyi demek değil. (…) İmtiyaz sahipleri, eşitsiz, hiyerarşik ve daimi bir nitelik arz edecek yeni bir tür tarihsel sistem inşa etmeye çalışacaklardır. (…) (Sistem Karşıtı) Hareketler, yeniden canlandıklarında, onlarla baş edebilir mi?” diyor ve yanıtın “tamı tamına önümüzdeki yirmi beş ile elli yıl arasında” ortaya çıkacağını ileri sürüyor.
Harvey’in 2014’te çeşitli mecralardan yayınladığı “On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu” başlıklı çalışmasının “Tehlikeli Çelişkiler” bölümünde ele aldığı ilk başlık sermayenin bir zorunluluğu olan “Kesintisiz Katlamalı Büyüme”.
Harvey bu bölümün başında, kapitalizm için yıkıcı nitelik taşıyabilecek bu çelişkilere neden “ölümcül” değil de “tehlikeli” çelişkiler adını verdiğini açıklarken, bu çelişkilerin “yalnızca sermayenin ekonomik motorunun çalışmasını sürdürme yeteneği açısından değil, ama asgari koşullarda bile insan hayatının yeniden üretimi için de en tehlikeli olanlar” olduğunu ama “bu çelişkilerden yalnızca bir tanesi(nin), potansiyel olarak ölümcül” olduğunu; ama ancak, “sınırsız sermaye birikiminin dayattığı evrim çizgisini değiştirecek devrimci bir hareket doğarsa bu ölümcül etkiyi yaratabileceğini” belirtiyor.
Harvey, karların düşmesini önlemek için, dünya nufusunun büyük bir bölümünün işçileştirildiğini ve bir çok durumda bunun sermayeye çok yüksek sömürü oranları temin ettiğini, bu nedenle “üretim ve gerçekleşme açısından paniğe kapılmayı gerektirecek acil bir durum”un olmadığını. “Ama sermayenin uzak geleceği açısından, küresel kapitalizmin emeği massetme kapasitesinin “sınırına” dayandığımızı”; “İleri kapitalist ülkelerde geride kalan elli yıl boyunca kadınların işgücüne kitlesel katılımına tanık olduğumuzu” ve “uluslararası platformda çok geniş işgücü rezervlerinin bulunabileceği az sayıda bölge kaldığını” söylüyor ve “Küresel işgücünde yakın geçmişte gözlenen büyük artış bir daha gerçekleşmeyecek” diyor.
“Tüm kapitalistler açısından kar elde etmek günün sonunda başlangıca göre daha fazla değere sahip olmayı gerektirir. Bunun anlamı toplumsal emeğin toplam hasılasının artmasıdır. Bu artış olmaksızın sermaye oluşamaz. Yani sıfır büyümeli kapitalist ekonomi mantığa aykırı ve dışlanacak bir çelişkidir. (…) sıfır büyüme dönemi uzarsa kapitalizm için ölüm çanları çalar.” diyen Harvey kritik soruyu soruyor: “O halde sermaye katlamalı birikimini ve büyümesini nasıl kesintisiz sürdürebiliyor?” Sermayenin değersizleştirilmesi, bütün kullanım değerlerinin metalaştırılması gibi yöntemlerin kısa dönemli genişleticiler olarak iş gördüğünü ama artık bunun da yeterli olmadığını belirten Harvey, “nihai tüketimin doğasında, biçiminde, stilinde ve maddi yapısında köklü değişiklik yapmaktır.” dedikten sonra yeni “gayrı maddi emek tarafından (Hardt-Negri) üretilen maddi olmayan malların üretimine, “gösteri toplumuna” (Guy De Bord) uzanan tartışmasını Gorz’dan yaptığı bir alıntıyla sonlandırıyor: “Gayri maddi üretim ve gösteriye yöneliş sınırsız birikim için yeni bir ufuk değil en sona bırakılmış bir şanstır.”
Harvey, kapitalizmin, toplumsal emeğin toplam hasılasının mutlak sınırına ulaştığında “takati tükenmiş sermaye birikiminin eşitsiz coğrafi dağılım peyzajının her yanındaki sayısız varlık balonlarının patlama sesleriyle son bulacaktır. Böyle kargaşaların kapitalist toplumda yüzeyin hemen altında fokurdayan hoşnutsuz halk ayaklanmalarıyla birleşeceği neredeyse kesindir” diyerek bölümün başında “tehlikeli” olarak nitelendirdiği “Kesintisiz Katlamalı Büyüme”ye ilişkin çelişkinin öldürücü senaryosu ile sözlerini tamamlıyor.
Andre Gorz’un bizim tartışmamızı ilgilendiren katkılarının hareket noktasını “proleterleştirmenin nufus açısından sınıra dayanması” olgusu bulunmuyor. Hatta tam tersine Gorz, teknolojik gelişme nedeniyle sermayenin seferber ettiği toplam emek zamanının azaldığını gösteren Avrupa rakamlarıyla başlıyor bizi ilgilendiren tartışmasına. Gorz’un 1989’da kaleme aldığı “İktisadi Aklın Eleştirisi-Çalışmanın Dönüşümleri/Anlam Arayışı” başlıklı kitabında sermayenin genişletilmiş yeniden üretimine odaklı “iktisadi aklın” insan gereksinimleriyle ilişkisini ele alıyor. “Daha fazla miktarda sermayenin karlı hale getirilmesi” diyor Gorz, “tüketimin verili bir anda hissedilen ihtiyaçları karşılamak için gerekli olanın ötesinde büyümeye devam etmesini gerektirir. Bu yüzden, iktisadi akılsallık, (…) “doğal temeli” adım adım kaybetmelidir. Ve bu andan itibaren … iktisadi akılsallık, tüketim ihtiyaçlarını en azından metaların ve ticari hizmetlerin üretimiyle aynı hızda arttır(ır). Artık üretim, var olan ihtiyaçları mümkün olduğunca etkili tatmin etme işlevinde olmayacaktır; tersine, ihtiyaçlar giderek daha fazla üretimin yayılmasını sağlama işlevi göreceklerdir. Sermayenin değer kazanmasında en yüksek sınırsız etkililik, böylece, ihtiyaçların karşılanmasında etkisizlikle ve tüketimde savurganlığın azami oranda sınırsız olmalarını gerektirir. İhtiyaçlar, arzular ve istekler arasındaki sınırı silmek gerekir; o zamana kadar kullanılan ürünlerle aynı, hatta daha az kullanım değerinde olan, ama daha pahalı ürünleri arzulatmak gerekir; sadece arzulanan ürünü gerekli kılmak gerekir. (…) Kısacası, bir talep yaratmak, üretilmesi en karlı mallar için tüketiciler yaratmak ve bu amaçla, bolluk içinde yenilikler ve hızla modası geçmeler yoluyla, Ivan Illich’in Şenlikli Toplum’da “yoksulluğun modernleşmesi” diye adlandırdığı, giderek daha yüksek düzeyde eşitsizlik üretimi yoluyla sürekli olarak kıtlıklar yaratmak gerekir.”
Mallar “daima bir lüks, bolluk ve şımartıcılık unsuruyla birlikte sunulur; bunlar müşteriyi ‘mutlu ve ayrıcalıklı kişi’ konumuna yerleştirerek rasyonel evrenin baskılarından ve işlevselliğe göre davranma sıkıntısından kurtarır” Gorz bu malları “kullanım değerleri kadar -belki daha da çok- faydasızlıkları için de arzulanan ‘telafi malları’ (çalışma sürecinde katlanılan eziyetin ödülü-FK) olarak niteler; çünkü alıcısının kolektif evrenden kişisel hükümranlık cennetine kaçışını simgeleyen şey bu (lüzumsuz cihazlar ve süs eşyaları gibi mallardaki) faydasızlık unsurudur:”
Gorz iş saatinin azaltılması halinde işçi sınıfının partiyi otomatik olarak kazanacağı fikrini de tartışmaya açıyor.
“Üretici güçlerin gelişimi kendi kendine, gerekli emek miktarını azaltabilir; ama kendi kendine, bu zamansal özgürleşmeyi herkesin özgürlüğü haline getirecek koşulları yaratamaz. Tarih daha büyük bir özgürlüğün imkanlarını ayağımıza getirebilir; ama bizi, bu imkanları ele geçirmek ve onlardan faydalanmak için çabalama ihtiyacından kurtaramaz. Özgürlüğümüz, sırtımızı yaslayacağımız maddi bir zorunluluğun sonuca olarak gelmeyecek. Bir sürecin içerdiği özgürlük potansiyeli, yalnızca insanlar onu ellerine alır ve kendilerini özgür kılmak için kullanırlarsa gerçekleşebilir.”
Tabii ki günümüz kapitalizminin gösterdiği “anomaliler” hakkında bu yazarların yazdıkları bunlardan ibaret değil ve başka bir çok yazarın da gözlem ve analizleri bulunuyor. Bu sınırlı sayıda değinmeyle, sermayeye dayalı üretimin gelişmesinde dayandığımız “sınırın” ciddiyetini, kapitalizmin bu sınırları aşamayacağı veya aşarken kendi kendini telef edeceğine ilişkin “iyimser” beklentilerin, “beklenti” olarak kaldıkça karşılığının olmadığını bir başka yoldan göstermeye çalıştım.
- A. Gorz’un “İktisadi Aklın Eleştirisi, I. Wallerstein’in “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” , D. Harvey’in “On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu” adlı kitaplarını yapmaya çalıştığım tartışmalar açısından zihin açıcı başlangıç metinleri
olarak önerebilirim. - Wallerstein, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu”, Metis Yay. 2000, Sf 39-40
- Age. Sf. 42-43
- Harvey, “On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu”, Sel Yay. 2015, Sf.224-225
- Age, Sf. 117
- Age Sf. 235-245
- A.Gorz, “İktisadi Aklın Eleştirisi-Çalışmanın Dönüşümleri/Anlam Arayışı”, Ayrıntı Yay. 2007 Sf. 145-146
Harvey, Age 279