Tehlikelerin yıkıcılığını ortadan kaldıracak seçenek ise Kürt-Türk ittifakı temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesiyken bu konuda ayak direme gözlemleniyor
Emine Ilgaz
ABD’nin Suriye Özel temsilcisi Tom Barak bir açıklama yaparak SDG’nin korumaları altında olduğunu beyan etti. Bunun doğruluğu-gerçekliği bir tarafa bunu neden şimdi söylediği dikkat çekici bir durum oluyor. Zira Türk Devlet yetkilileri yıllardır ısrarlı bir çabayla ABD yönetimine bunu söyletmeye, dünyaya bunu kabul ettirmeye, bölge halklarına da Rojava devrimini ABD’nin işbirlikçi rejimi olarak resmetmeye çalışıyordu. Bu dayatmalara karşı ABD yönetiminin açıklamaları hep diplomatik açıdan Türk devlet yönetimini ve mevcut iktidarı rahatlatan, ikili ilişkilerinin önemini vurgulayan ve stratejik ortaklık tanımlamasına bağlı kalan açıklamalardı. DAİŞ’e karşı mücadelede 10 binden fazla şehit veren Kuzey Doğu Suriye’de yaşayan halklar ise ABD yönetimi öncülüğünde kurulan Koalisyonun desteğini ise yalnızca DAİŞ saldırıları karşısında, o da silah yardımı çerçevesinde, kısmen hissetmişti. Bunun karşılığı ise ABD’nin Ortadoğu’da ve Suriye’de fiili olarak kalması olmuştu. Koskoca ABD başka türlü Suriye’de kalmasına gerekçe bulamazdı. Yalnız Kuzey Doğu Suriye halkları ve başta da Rojava Kürtleri, devlet güçleri tarafından saldırıya uğradığında kendilerini hep yalnız buldular. Efrîn, Serêkanî, Grê Spî başta olmak üzere Rojava’nın çeşitli alanlarındaki işgal bunun belgesi konumunda. Yani Türkiye-ABD stratejik ortaklığı yol ayrımlarında belirleyici olmayı sürdürdü. Peki şimdi değişen nedir? ABD birden bire Kürtlerin hamisi olmaya mı karar verdi? Hem de Türkiye’nin Suriye’de yeni Suriye yönetimi üzerinden etkili olmaya çalıştığı, bir adım ileriye giderek ‘Kürtler üzerinden Osmanlı hayalleri’ peşine düştüğü ve bölgesel hegemonya olma söylemlerini geliştirdiği bir dönemde.
Türkiye’deki popülist siyaset ve iktidarın çekiciliğine kapılanların kontrolsüz adımları ürkütücüdür. Aslında bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Günümüzde popülist sağ, faşist siyaset oldukça güçlendirilmiş bir düzeyde seyrediyor. Nede olsa Küresel kapitalist sistemin başı sayılan ABD’de Trump gibi biri var. Bunun izdüşümleri ise tüm ulus devletçiklerde yaşanıyor. Sistemin kuruluş ve işleyiş biçiminde bu var. Ama yine de Türkiye dışındaki ülkelerde stratejik kararları kontrol eden mekanizmalar var. Yetersiz de olsa meclisler işliyor, veto edebiliyor. Trump’a karşı son günlerde yapılan eylemlere 7 milyon kişinin katıldığı söyleniyor. Kısacası söz konusu ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ olunca işin rengi çok fazla değişiyor.
ABD’nin Suriye özel temsilcisinin yaptığı açıklamaya dönersek, bu açıklama ile Türkiye’nin Suriye’de geliştirmek istediği politikaların kabul edilmediği sonucuna ulaşılabilir. Daha ileri bir iddia ise Türkiye’yi tahrik ederek Suriye’de İsrail ile çatıştırmak istendiği varsayımı ortaya koyulabilir. Bunun için şimdiye kadar olduğu gibi yine Kürt varlığını, Kürt halkının öncülük ettiği oluşumları kullanmak en pratik ve kolay yol gibi görünüyor. Belli ki Küresel sermaye, ki bu sermayenin bağlı olduğu kesimler biliniyor, Kürtler ve Türkler çatışsın istiyor. Türkiye’de hemen her gün gündemde tutulmaya çalışılan konu Önder APO’nun başlatmış olduğu, Kürt hareketinin oldukça duyarlı ve hassas yaklaşarak gerekli adımları attığı ‘Demokratik Toplum ve Barış’ sürecinin gelişmesini Suriye’deki gelişmelere, SDG’nin entegrasyon tartışmalarına bağladığı bir dönemde bu gelişmeler Kürtleri bir parçada değil topyekün bir savaş sürecinin içine çekme riskini taşıyor. Bu süreci geliştirenlerin ‘bir taşla iki kuş vurma’ denemelerine bu nedenle dikkat etmelerini öneririm. Suriye’de henüz hiçbir gelişmenin gelecek garantisinin olmadığını bildiklerini umut ediyorum. Yine aynı Suriye coğrafyasının, Ortadoğu’nun alacağı yeni biçim ve güç dengeleri ilişkileri için bir oyun sahasına dönüştürüldüğünü gördüklerini umuyorum. Bir tehlike budur.
Bu açıklamanın Kıbrıs’ta gerçekleşen seçimlerin hemen akabinde yapılmış olması da yukarıda ifade ettiğim tezi güçlendiriyor. Nasıl ki ‘Gazze Barışı’ diye sunulan bir hayalden ibaret kaldıysa Türkiye’nin ‘Kıbrıs çözümü’ de çöp olmuşa benziyor. ABD ve İsrail’in Gazze’de Ortadoğu’nun liderlerine oyun kurduğu, bu oyunun en önemli mesajının ise bu kadar toplantı, imza ve liderin üç paralık değerinin olmadığının dünyaya gösterilmesi olduğu artık anlaşıldı. Filistin’e saldırı da, işgal de devam ediyor. Trump’un Erdoğan’ı işaret ederek ‘çetin adam ama şimdiye kadar her istediğimi yaptı’ demesi ise Türkiye’nin pozisyonuna ortaya koyuyor. İkinci tehlike budur. Türkiye’nin Kıbrıs’taki bu gelişmeye karşı çıkacak bir iradesi ve gücünün olmadığı anlaşılıyor.
Tüm bu gelişmeler içerisinde riski en yüksek olan ve bu gelişmeleri birer olasılık olmaktan çıkarıp gerçeğe dönüştürecek olan ise Türkiye’de geliştirilmek istenen ‘demokratik toplum ve barış süreci’nin önüne çıkarılan engeller oluyor. Tersini söylemek de mümkün. Bu tehlikelerin yıkıcılığını ortadan kaldıracak seçenek ise Kürt-Türk ittifakı temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesiyken bu konuda ayak direme gözlemleniyor. Ne yazık ki bu sadece iktidar kanadı açısından geçerli değildir. En az iktidar kadar muhalefet olduğunu ve Türkiye’yi yeni dönemde yöneteceklerini iddia eden CHP açısından da geçerlidir. Hep söylendiği gibi söz konusu Kürtler olduğunda resmi devlet politikasından şaşılmıyor. Oysa söz konusu tehlikeler-riskler muhalefetin de çözüm üretmesi ve politikasını belirlemesi gereken konular oluyor. Hemen her gün miting yapan CHP’nin ‘Demokratik Toplum ve Barış’ sürecini hiç gündeme almaması, sadece kendisine yöneltilen operasyon ve saldırılara karşılık veren bir pozisyonda kalması Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu dev sorunlar karşısında kendisine ne kadar ‘kurucu parti’ dense de bu siyaseti küçük, etkisiz bırakıyor. Güven vermiyor. Bir arkadaşım ‘ergen siyaseti’ diyordu. Kürt sorunu gibi artık her bakımdan Küreselleşmiş bir sorunu kucaklamayan bir siyasetin olgunlaşamayacağı ve umut yaratamayacağı görülüyor. CHP muhalefetinin sığlığı ve sonuçsuzluğu kaynağını buradan alıyor.
Türkiye için aydınlık, özgür ve öz güvenli bir gelecek yaratmak isteyen Önder APO ise İmralı’da, küçük bir imkandan büyük bir çıkış yapmaya çalışıyor. İsteyen buna kelebek, isteyen kuantum etkisi diyebilir. Kelebek etkisiyle tehlikeleri bertaraf etmek için insanüstü bir çaba sergiliyor.