Bir sürecin içindeyken ona ilişkin kesin yargılarda bulunmak, hüküm cümleleri kurmak çoğu zaman isabetsiz sonuçlar çıkarmaya da neden olur. Hele hele onunla ilgili kapsamlı bilgi sahibi değilseniz bu çok daha fazla böyledir. Yaşanıp belli sonuçlarıyla olgu haline dönüşmüş geçmiş ve bugüne dair tespitler yapmak ne kadar mümkünse belirsizlik ve oluş halinde olan süreç ve gelişmeler hakkında hüküm cümleleri kurmak da o kadar isabetsiz yerlere varmanıza neden olur.
Fakat bu, içinde olunan ve bütünlüklü bilgisine de sahip olmadığınız süreç ve gelişmelere ilişkin belirli olasılıklar ya da olabileceklere ilişkin söz kurmayacağınız anlamına gelmez. Keza tarihsel gidişat, toplumsal denge ve ilişkiler, dünyanın bütünündeki yönelimler, bunların bölgesel ve yerel yansımaları gibi bir denklemden yola çıkarak çeşitli tespitler yapmak mümkün.
Adı henüz konulamadığı için genel bir “süreç” kavramıyla anılan gelişmeler hakkında konuşmak da bu açıdan mümkündür.
“Süreç”ten 2024 yılının Ekim ayında Devlet Bahçeli’nin jestleri ve ardından yaptığı açıklamalarla haberdar olduk. Bir anda gündemin ortasına düşen bu açıklamalar üzerine haftalarca devam eden tartışmalar yaşandı. Herkes durduğu yerden ne olup bittiğine dair kritikler yaptı.
Gelinen noktada 12. Kongresi’ni gerçekleştiren PKK’nin 12 Mayıs’ta açıkladığı sonuç bildirgesiyle her açıdan önemli sonuçlar yaşanacağının altı kalınca çizilmiş oldu. PKK’nin kendisini feshettiğini açıkladığı bildirgenin ardından Erdoğan yarım ağız açıklamalar yaparken, Bahçeli bir kez daha sahneye çıkıp kimi muhatap aldığı belirsiz gereklilik kipiyle biten o tanıdık cümleleriyle konuştu. Özetle “Meclis 100 kişilik bir heyet oluştursun, Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu oluşturulsun, salt çoğunlukla alınan kararlar önerge haline getirilsin ve teklif olarak ilgili komisyon ve genel kurula getirilsin” dedi.
Tarihsel olarak hayli olağan dışı gelişmeler…
Bunlar olup biterken iktidar bakanları Kürt diliyle ilgili her şeyin yapıldığını söyledi ya da “umut hakkı söz konusu değil” dedi. Adeta “süreç müreç yok” dercesine…
Aynı açıklamalara paralel olarak Erdoğan da “kayyım uygulaması yeniden istisna haline gelmeli” derken sol gösterip sağ vuran bir çıkış yaptı. Sonra yansıyan kulis bilgilerinden anladık ki, “istisna haline gelmeli” derken aslında yerel yönetimleri de merkezi iktidara bağlayarak vali ve kaymakamların yönetiminde kontrol altında tutulan bir devlet organına dönüştürmek istiyorlar. Üstelik belediye işçilerini de daha katı bir emek rejimiyle bu merkezi disiplinin parçası haline getirmeyi, grev gibi bir silahı ellerinden almayı hedefliyorlar.
Örnekler çoğaltılabilir. Hepsinden anladığımız liberal demokrasinin en geri biçimlerine bile tahammüllerinin olmadığı. Bunun gerekleri onlar cephesinden sadece “mış gibi yapmak”la sınırlı. Esas olan yumruk üstüne yumruk indirmek, azami egemenlik ve merkezileşme yönelimini pekiştirmek.
Tam da bu noktada “süreç” tartışmalarının nasıl bir konjonktürde gündeme geldiğine dönüp bakmak daha da önem kazanıyor. Dünyanın en büyük emperyalist gücü ABD’nin dümenine her şeyi dolar olarak gören, her türlü emperyalist pervasızlığı ifrata vardıran Trump gibi isimlerin oturduğu bir dönem bu. En saldırgan sermaye kesimlerinin devlet yönetimde dolaysızca yer aldıkları, dünyanın pek çok yerinde benzer pratiklerin yaşandığı, faşist hareketlerin güç kazandığı ve kazanmaları için her şeyin yapıldığı bir dönem… Paylaşılan dünyanın yeniden paylaşılması tepişmelerinin kızıştığı, silahlanma yarışının alıp başını gittiği, bütçelerin büyük kısmının buna ayrıldığı, “yola getirilemeyenin” tepesine zorbaca çöküldüğü bir dönem.
Böyle bir dönemin en hareketli adreslerinden biri de katmanlı kriz dinamiklerinin basıncı altında yayılmacı hayalleriyle Kürt düşmanlığının gelgitlerini yaşayan Türkiye’deki faşist iktidar bloku. Onu bu noktaya getiren faktörleri anlamak bu açıdan önemli.
Bu faktörlerin başta geleni elbette onlarca yıllık Kürt özgürlük mücadelesinin bölgesel kazanımlarının yine bölgesel dengelerdeki altüst oluşla birlikte yarattığı korkudur. Artık İran, Irak, Suriye üçlüsünün olmaması, Kürdistan’ın 4 parçasında da etki gücüne sahip bir özgürlük arayışının somut bir gerçeğe dönüşmesi.
Şimdi Cezayir’de De Gaulle ve Fransız sömürgeciliğini ilelebet yaşatmaya ant içmiş en saldırgan burjuva kesimlerin yaptığı gibi ‘aslında bir Cezayir sorunu da bu sorun temelinde gelişen görkemli bir halk mücadelesi de yokmuş’ gibi davransalar da bu gerçek tüm katılığıyla karşımızda duruyor.
“Sürecin” önemli dinamiği bu olmakla birlikte –ki bu gerçek yıllardır vardı- temel itilimin bu olmadığı anlaşılıyor. Kaldı ki, Türkiye’de onu demokratik kimi açılımlar yapmaya zorlayacak güçlü bir örgütlü halk hareketi de yok. Zaten “sürecin” bu şekilde belirsiz ve alışılmış müzakere ve savaşı sonlandırma biçimlerinin dışında bir hatta ilerlememesi de esas olarak bundan değil mi? İnsanın aklına yine Cezayir geliyor. Hani sosyalist partinin, o dönemki işçi sendikalarının da rejimlerin politikalarına yedeklendiği zamanlarda estirilen zulmün, kibirli sömürgeci tutumların Fransız halkının uyanışıyla birlikte –ve elbette ulusal kurtuluş mücadelesinin zorlamasıyla- nasıl alabora olduğu… Ki o dönem sömürgelerdeki bağımsızlık savaşlarının yenilgiye uğratılması için bütün emperyalist güçler kolektif bir dayanışma içindeyken…
Vietnam açısından da böyle değil midir? Ezilen halkların görkemli mücadelesi ezen ulus emekçilerinin demokratik tepkisi-tutumuyla birleştiğinde işgalciler defolup gitmişlerdir, gitmek zorunda kalmışlardır.
Buradan baktığımızda bölgede ticaret yolları ve enerji nakil hatlarının geçeceği güzergahların güvenliği ve istikrarını da kapsayan bir denetim oluşturma planlarıyla karşımıza emperyalist güçlerden ABD ve bağdaşığı bölge gericiliklerinin yönelim ve zorlamaları, bu güçlerin kendi iç rekabet ve dayatmaları çıkıyor.
Bu nedenle de “sürecin” soluğu liberal demokrasinin en geri biçimlerini bile kapsamaktan hayli uzak görünüyor. Kürdistan’ın Suriye ve Irak parçalarında fiili statülerin oluşması, İran’ın sallantıda olması ve bu güçlerin kendi çıkarları açısından kritik anlamlar taşıyan bölgede istikrar için Kürt sorununda belirli stabilizasyona gidilmesini istemeleri/dayatmaları “sürecin temel dinamiği” gibi görülüyor.
Bu niteliğiyle de nerelere evrilebileceğinin kestirilemeyeceği bir tablo var karşımızda. Bu tablo içinde Kürt özgürlük hareketinin hangi sonuçları çıkaracağı, nasıl bir pozisyon alacağı oldukça kritik bir anlam taşıyor. Uzun yıllardır noktalanmak isteyip de noktalanamayan bir dönemi 12 Mayıs’ta kapattığını açıklayan bir hareketin açtığı yeni sayfanın seyrini de sözkonusu temel itilim güçlerinin ve bölgesel dengelerin, hesapların nerelere evrileceği belirleyecektir. Bu oldukça tehlikeli bir zemindir.
Örgütlü bir güç haline gelen ancak siyasal-kolektif hakları halen yasal bir çerçeveye kavuşturulmamış olan Kürt halkının bu süreci tamama erdirmesinin buradaki demokrasi mücadelesinin işçi ve emekçilerle buluşmasından geçeceğini tarihsel örneklerden biliyoruz. Yoldaşça uyarı ve eleştiri sorumluluğunun bu dersi de akılda tutarak hakkını verme yükümlülüğünü içerdiği unutulmamalıdır.