Türkiye’nin yüz yılı aşkın sürecinde çözülmemiş en derin yaralardan biri, Kürt sorunudur. Bu mesele, yalnızca etnik temelli bir problem değil; aynı zamanda bir ulusun ötekine yaklaşımının, demokratik ahlâkının ve hakikatle yüzleşme kapasitesinin sınandığı bir tarihsel süreçtir. Kürt meselesi, Türkiye’nin ulus-devlet inşa sürecinde öngörülen tekçi kimlik modeliyle bağdaşmadığı için, bastırma ve inkâr politikalarıyla şekillenmiş, bugüne değin kalıcı ve adil bir çözüme ulaştırılamamıştır.
Barış, yalnızca bir ‘güvenlik durumu’ değil
Bu bağlamda başlatılan süreçle birlikte tekrar dolaşıma sokulan “Terörsüz Türkiye” söylemi, ilk bakışta barışçıl bir çağrışım yaratsa da esasen Kürt meselesinin tarihsel ve siyasal gerçekliğini perdeleyen yeni bir inkâr biçimidir. TBMM’de oluşturulacak komisyonun ismi için “Terörsüz Türkiye Komisyonu” önerileri de bu anlama gelmektedir. Bu söylem, silahsız, çatışmasız bir toplumu hedeflerken, ötekinin sesini susturarak toplumsal huzuru değil, sessizliği tesis etmeye yöneliktir. Oysa gerçek barış, silahların susması kadar, hafızanın konuşması ve tanınmanın sağlanmasıdır. Zira barış, yalnızca bir “güvenlik durumu” değil; bir etik ve politik alanda sorun çözme, hakların ele alınması sürecidir.
‘Terörsüzlük’ retoriği ya da sessizlikteki şiddet
“Terörsüz Türkiye” sloganı, yüzeyde şiddetsiz bir geleceği çağrıştırıyor olsa da alt metni, “sorunun çözümü mümkündür, yeter ki öteki sussun” varsayımını kapsıyor. Bu, gerçek bir barış çağrısı değil, ötekine dayatılan bir sessizlik teklifi algısı yaratıyor. Bu bakış açısıyla siyasal çözümün yerini, güvenlik temelli bir disiplin alır.
Bu söylemde ısrar, Kürtlerin tarihsel ve siyasal taleplerini şiddetle özdeşleştirerek, barış sürecini güvenlikçi bir çerçeveye hapseder. Böylece kamusal alan, konuşmaların değil, suskunlukların mekanı haline gelir. Oysa kamusal olanın suskunlaşması sadece tehlikeli değil, aynı zamanda hakikatin çöküşü anlamına gelir.
Gerçek şu ki bu haliyle, “terörsüzlük” söylemi, devletin zihinlerdeki iktidarını pekiştiren bir ideolojik aygıt işlevi görüyor. Bu söylem, barışa değil, ötekinin tanınmamasına ve görmezden gelinmesine çağrı yapmaya devam ediyor. Oysa barış ancak konuşarak ve karşılıklı tanımayla mümkündür.
Kürt hafızasında ‘Terörsüzlük’ ve antipatinin kökleri
Cumhuriyetin ilk yıllarında verilen özerklik vaatleri, daha 1921’de Koçgiri’de sert ve kanlı bir duvarla kapatıldı. Oysa Amasya Tamiminden Sivas, Erzurum Kongrelerine, 1921 Anayasası’na, oradan Mustafa Kemal’in mülakat ve açıklamalarına kadar Kürtlerin kaderini ellerine alacaklarına ve eşit koşullarda bir cumhuriyetin inşasına dair mesajlar verildi. Ancak Kürlerin her kıpırdanışı ve inkara karşı süren isyanları, kimliksizleştirme ve bastırma politikalarıyla yanıtlanmış oldu. Bu süreçler, yalnızca politik travmalar değil; aynı zamanda Kürt kolektif hafızasında derin bir güvensizlik üretmiştir.
Lozan Antlaşması’nda Kürt kimliğinin ve haklarının görmezden gelinmesi, 1924 Anayasası ile tamamen ortadan kaldırıldı. Şeyh Said kalkışması sonrası uygulanan toplu cezalandırma politikaları ve 1937-38 Dersim Tertelesi gibi acılar, Kürt halkı için yalnızca tarihsel değil; bugüne taşan bir bellek yükü anlamına gelmektedir. Bugün “terörsüzlük” adı altında sunulan söylem, bu hafızaya yeni bir inkâr perdesi çekmektedir.
Oysa barış ancak, geçmişin tanınması ve failin kendisiyle yüzleşmesiyle mümkündür. Aksi takdirde, teşhis edilmeden yapılan müdahale gibi yüzeysel ve geçici kalacaktır. Oysa antipati, yalnızca bir duygu değil, tarihsel bir yanıttır.
Uluslararası deneyimlerle karşılaştırma
Dünyada benzer uzun süreli çatışmalarda barışa giden yol, hakikat ve tanınma süreçlerinden geçmiştir. Güney Afrika’da Apartheid sonrası Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Bu komisyon, mağdurları yalnızca dinlemekle kalmadı; onları kamusal olarak tanıdı. Kolombiya’da FARC ile yürütülen barış sürecinde devletin geçmişteki hak ihlallerini kabul etmesi, barışın toplumsallaşmasında kilit rol oynadı. Her sürecin özgünlükleri olsa da deneyimlerden sonuçlar çıkarmakta yarar var.
Daha fazla uzatmadan söyleyecek olursak bu örnekler, “terörsüzlük” gibi üstenci ve monologvari bir söylemin aksine, çoğulcu, müzakereci ve tanıklığa dayalı yaklaşımların barışın asli bileşeni olduğunu göstermektedir.
Barışın felsefi temelini tanınma ve hakikat oluşturur
Barış ancak bireylerin ve toplulukların karşılıklı tanınmasıyla inşa edilebilir olduğuna göre bu gerçekten kopmadan yürümek gerek. Kürt halkı için bu, siyasal hakların tanınması olduğu gibi, aynı zamanda tarihsel acılarının tanınması, örselenen onurunun iade edilmesi anlamına gelir. Tanınma, yalnızca hukukî değil, ontolojik bir taleptir.
Barış, geçmişi unutarak değil, onunla yüzleşerek mümkündür. Değilse tanıklık edilmemiş bir acı, gelecekte yeni travmalar üretir. Bu nedenle tanınma, yalnızca felsefi bir kategori değil, etik ve politik bir zorunluluktur. Adım atılmışken, geçmişin adaletle buluşması sağlanarak yol büyütülebilir.
Kürt sorunu, terör değil; tanınma, eşitlik ve demokratik temsil sorunudur
Yeniden vurgulanacak olursa “Terörsüz Türkiye” söylemi, iktidar ve özellikle ortağı tarafından Türkiye halklarına iyi niyetli bir gelecek vizyonu gibi sunulsa da Kürt halkı nezdinde susturma politikasının güncellenmiş biçimi olarak algılanmaktadır. Ancak gerçek barış, taleplerin bastırılmasıyla değil; ötekinin duyulması, anlaşılması ve eşit yurttaşlık temelinde tanınmasıyla mümkündür.
Türkiye eğer gerçek bir barışa ulaşmak istiyorsa, ilk adımı sorunun adını doğru koymakla atmalıdır. Kürt sorunu, bir terör değil; tanınma, eşitlik ve demokratik temsil sorunudur. Çatışma ve acıların ortaya çıkardığı tarihin nedeni de yok saymadır. Bu tanıma cesareti, sadece bir halk için değil, insanlık onuru adına evrensel bir kazanım olacaktır. Çünkü barış, yalnızca bir strateji değil, bir toplumsal vicdan eylemidir.