Türkiye Kürt barışının gündeme gelmesiyle birlikte bölgesel ve küresel siyasette önemli bir ağırlık kazandı. Fakat iç politikada bu ağırlığı riske atan iki politik gündem var. Birincisi Kürt meselesinde geciken hukuki ve siyasi düzenlemeler, ikincisi muhalefete yönelik şiddet dalgasının giderek uzaması ve normalleşmesi.
Devlet aklı yeni diyalog sürecinde şu ana kadar daha çok silahsızlanmaya odaklanmış durumda. Kürt meselesini, Kürt meselesi olarak henüz hak ettiği ağırlıkta masaya yatırmış değil. Bunun da elbetteki istenmeyen sonuçları olabilir. Ciddiyetle yaklaşılmazsa Kürt meselesi tüm bakiyesiyle gelecek kuşaklara havale edileceği gibi oyalamacı taktiklerle “şiddet” sosyolojik zeminlere kayabilir.
Kürt meselesi “Haydi barışalım, her şeyi unutalım” diyebileceğimiz bir lise kavgası değil; ölçeği ve etkileri giderek genişleyen politik bir meseledir. Politik meseleler, politik zeminlerde, politik müdahalelerle çözülebilir. Bu nedenle kırk yıllık şiddeti bitirecek ve onurlu bir barışı kalıcı hale getirebilecek olan asıl olgu da politikada saklıdır.
Türkiye bir an önce Kürt meselesine bütüncül bir perspektiften bakarak hukuki ve siyasi adımlar atmaya başlamalı. Kürtleri geleneksel-modern, laik-muhafazakar, yoksul-zengin, solcu-sağcı, terörist Kürt-makul Kürt gibi kategorilere indirgemeden, iradi olarak Kürtleri kabul ederek varlığına saygı duyan bir siyaseti kalıcı hale getirmeli. Bununla birlikte her iki tarafın süreci zora sokabilecek her şeye mesafeli durması, güncel ve tarihsel bir bilinç ile hareket etmesi sürecin belirlenen amaçlara doğru gitmesini kolaylaştıracağı gibi toplumsal güveni de arttıracaktır.
İkinci riskli gündem batıdaki muhalefet belediyeleri başta olmak üzere muhaliflere yönelik başlatılan şiddet dalgası. İktidar bloğu, yıllardır yargı marifetiyle (kayyımlar, gözaltılar, tutuklamalar) Kürtlere karşı devreye koyduğu şiddeti muhalefete transfer eden bir strateji izliyor. Bu stratejinin uzun sürmesi, hem Kürt barışı hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi bakımından büyük bir risk barındırmaktadır. Bir taraftan bütün dünyaya büyük bir ülke imajı çizilerek Kürtlerle büyük bir barışın arefesinde olunduğu söyleniliyor; diğer taraftan ülkenin diğer yakasında muhalefete adeta savaş açılarak başka bir kaos tetikleniyor. Bu iki durum arasında fazlasıyla yaman çelişkiler var.
Muhalefete uygulanan şiddetin uzun sürmesi, Kürt barışını riske atacağı gibi demokratikleşme ve ortak yaşamın altını oyabilecek potansiyel bir tehlike içeriyor. Kürtlerin net talebi eşitlenmektir; şiddetin kendilerinden alınıp başka bir kitleye uygulanması değil. Kürtler “Demirtaş veya Bekir Kaya cezaevindeyse, İmamoğlu veya Ümit Özdağ da cezaevinde olmalı” gibi tersten eşitlenmeyi doğru bulmuyor. Ya da Van’ a kayyım atandıysa İstanbul’a da atanmalıdır demez. Çünkü Kürtler siyasi baskıların ve kayyımların ne kadar hukuksuz uygulamalar olduğunu çok iyi bilir. Oysa iktidar Kürtlere uygulanan şiddeti Türkiye muhalefetine yayan tersten bir eşitlenme yönteminde ısrar ediyor. Kürt illerinde belediyelere yönelik kayyım rejimini batıya taşıyor ve belediyeleri işlevsiz hale getiriyor. Gerçek ve kalıcı bir çözümün yolu, şiddeti başka bir yere kanalize etmek değil, adım adım şiddeti sönümlendirip demokratikleşerek ülkenin bir bütün olarak normalleşmesinden geçer.
Türkiye Kürt barışının gündeme gelmesiyle birlikte bölgesel ve küresel siyasette kazandığı olumlu imajı korumak için bir taraftan Kürt meselesinde bir an önce silah bırakmaya denk düşebilecek politik ve hukuki düzenlemeler yapmalı; diğer taraftan bütünlüklü bir normalleşme ve demokratikleşme için muhalefete uygulanan şiddete son vermeli. Bir bütün olarak toplum, demokratik bir yönetimin olduğu barış toplumunda yaşamayı hak ediyor.