Toplu sözleşme hakkı, yalnızca ekonomik değil siyasal ve sınıfsal bir mücadele başlığıdır. Emekçilerin kendi kaderini tayin etmesi, fiili-meşru mücadele hattını örmesiyle mümkündür. Yetkili ama etkisiz sendikaların iflası, tabandan kurulan yeni bir sendikal çizgiyle aşılabilir
Zülküf Güneş
1 Ağustos 2025’te başlayacak olan ve 2026-2027 yıllarını kapsayacak 8. Dönem Toplu Sözleşme süreci, 3 milyonu aşkın kamu emekçisi ve emeklileriyle birlikte toplamda 6 milyona yakın yurttaşı doğrudan etkileyecek. Ancak bu süreç, kamu emekçileri açısından bir hak arama ve kazanım zemini olmaktan çoktan çıkmış durumda. İki yılda bir aynı perde, aynı oyuncular ve aynı sonuç: Grevsiz bir pazarlık, göstermelik müzakere ve emekçilerin derinleşen kayıpları…
Bu yazıyla, toplu sözleşme tiyatrosunun perde arkasını görünür kılmayı, kamu emekçilerinin büyük mücadeleyle elde ettiği sendikal haklar ve toplu sözleşme sürecinin, yetkilendirilmiş sendika ve iktidar eliyle nasıl işlevsizleştirilerek “simbiyotik bir tiyatro” sürecine dönüştürüldüğünü ortaya koymak ve gerçek bir sendikal mücadele hattının nasıl örülebileceğinin tartışılması amaçlanmaktadır.
Emekçiler sendikalı görünüyor, örgütsüz yaşıyor
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre Temmuz 2025 itibarıyla kamuda 3.016.495 emekçi çalışmaktadır. Bu emekçilerin 2.319.157’si kamu alanında örgütlü 277 sendikada örgütlenmiş durumda. Güncel verilere göre kamuda sendikalaşma oranı ise %76,88’e ulaşmış durumda. Ancak bu veri, gerçek bir örgütlülüğün değil; iktidarın dayatmacı ve yönlendirmeli sendikacılık stratejisinin sonucudur. Bugün 1 milyonun üzerinde üyeyle yetkilendirilmiş olan Memur Sen’in AKP iktidarı öncesi yani 2002 yılında üye sayısı 41.871 örgütlülük düzeyi ise %3 civarındaydı. Gelin geride bıraktığımız 23 yılda kamu emekçilerinin örgütlenme kodlarıyla nasıl oynandığı ve iktidarın sendikası Memur-Sen’in büyütülmesi hikâyesine bakalım:
AKP’nin 2003’te iktidar olmasıyla bu sendika kamu kurumlarında örgütlenme zemini buldu. Yöneticiler aracılığıyla doğrudan desteklendi. Atama, tayin, görevde yükselme gibi süreçlerle bu sendikaya yönlendirmeler yapıldı. Toplu görüşme sistemiyle bu yapı, cazibe merkezi haline getirildi. Çünkü masaya oturan yalnızca bir sendika değil, aynı zamanda kadro dağıtan bir aktöre dönüşmüştü. 2010 referandumuna açık destek veren Memur-Sen’in siyasal angajmanı derinleşti. Toplu sözleşme hakkının kazanımıyla birlikte yasal anlamda masadaki tek aktör haline getirildi. 2012’den itibaren kurulan toplu sözleşme masasında sadece yetkili sendikanın imza yetkisinin bulunması bu sendika lehine sadece örgütsel güç kazanımı değil, aynı zamanda muhalif sendikalara karşı sistematik bir tecrit politikasının başlangıcıydı. 2016’da OHAL KHK’leriyle birlikte kamu alanında ciddi bir tasfiye yaşandı. Bu süreç, yalnızca FETÖ bağlantılı memurlarla sınırlı kalmadı; KESK’e bağlı sendikaların üyeleri de ihraç edilerek sınıf mücadelesini merkeze alan gerçek bir örgütlenmeye ağır darbe vuruldu. 2016-2020 OHAL döneminde ihraç ve baskılar üzerinden Memur-Sen “tek seçenek” haline getirildi. Bu dönemde getirilen mülakat uygulaması ve kamuda sözleşmeli istihdam politikasıyla atanan kamu çalışanlarının elekten geçirilmesi, atandıktan sonra iş güvencesinden yoksun çalışan emekçiler için bu sendika üyeliği fiilen bir ön şart haline getirildi. 2020 sonrasında ekonomik krizle birlikte sefalet ücretlerinin derinleşmesi ve bu yapının sorgulanmaya başlamasıyla yeni bir manevra yapılarak 2022’de %2 sendika barajı ve toplu sözleşme ikramiyesi düzenlemesiyle Memur-Sen’e üye kaybı önlendiği gibi üye artışını devam ettirdi.
Toplu sözleşme masasındaki gerçek nedir?
Toplu sözleşme süreci, 2021 yılında çıkarılan 4688 sayılı yasa uyarınca 2012’den itibaren her 2 yılda bir yapılıyor. Bu dönem 8. Yapılacak Toplu Sözleşme takvimi, ağustos ayına sıkıştırılarak yapılmaktadır. Bilindiği gibi bu dönem kamu alanının en büyük işkolu olan eğitim işkolunun tatilde olduğu, diğer kamu emekçilerinin de çoğunlukla yıllık izinlerini kullandığı bir dönem. Dolayısıyla örgütsel mücadelenin en cılız kalacağı bu dönemde iktidar ve yetkilendirdiği sendika tarafından yangından mal kaçırırcasına bu süreç tamamlanmak istenmektedir. Ayrıca sözleşme masasına oturanlar da “eşit taraflar” değil. Bir yanda doğrudan yürütmeye bağlı kamu işveren heyeti, diğer yanda yetkilendirilmiş etkisiz yandaş konfederasyon. Görüşmelerin tıkanması halinde devreye girecek Hakem Kurulu ise yürütmenin çoğunlukta olduğu, tarafsızlığı tartışmalı bir yapıdan ibaret. Hakem Kurulu’nun başkanlığını Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Başkanı yürütür. Kurulda iktidarı temsilen; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Devlet Personel Başkanlığı (veya bu görevi üstlenen birim) ile Cumhurbaşkanı tarafından atanan iki akademisyen yer alır. Sendika tarafını ise, toplu sözleşme görüşmelerine katılan sendikaların önerdiği adaylar arasından Cumhurbaşkanı’nın seçtiği dört üye temsil eder; bunların üçü yetkili konfederasyondan, biri ise ilgili işkolu sendikasındandır. Bağımsız(!) olan bu kurulun kararları bağlayıcı ama yargı denetimine kapalıdır.
Tarihin aynasında: Grevsiz, etkisiz, denetimli sözleşme
TÖS, TÖB-DER ve KESK geleneğinin taşıyıcısı sosyalist ve devrimci kamu emekçileri, cumhuriyet tarihi boyunca her dönem tüm bedellere rağmen sendika kurma ve toplu sözleşme hakkı için mücadele ettiler. 1980 Askeri Darbe sonrası 1990’larda yeniden sendika kurup büyük eylemler ve mücadele sonucu 2001’de 4688 Sendika yasası çıkarıldı. Devamında 2005’ten itibaren Toplu Görüşme sürecinin yürütülmesi ve 2010 Anayasa değişikliğiyle kazanılan “toplu sözleşme” hakkı, önemli kazanımlar olsa da grevli toplu sözleşme hakkının olmaması bu masayı içi boş bir vitrine dönüştürdü.
Grevli toplu sözleşme hakkı olmadan kazanmak mümkün değil
ILO’nun 98 ve 151 sayılı sözleşmeleri, grev hakkı olmadan toplu sözleşmeyi eksik sayar. Türkiye bu sözleşmelere taraf olsa da, grev hakkını tanımamaya devam etmektedir. Bu yalnızca hukuki değil, aynı zamanda sınıfsal ve siyasal bir eşitsizliktir. Kamu emekçileri taleplerini güçlü biçimde masaya taşıyamıyor; talepleri reddedildiğinde grevle yanıt veremiyor. Grev hakkı, toplu sözleşmeyi gerçek anlamına kavuşturan temel güçtür. Grevsiz pazarlık olmaz; olsa bile onun adı sözleşme değil, ihanet ve teslimiyet olur.
Salt ücret pazarlığı mı? Yoksa emek, barış ve demokrasi mi?
Toplu sözleşme denince masada yalnızca zam oranları tartışılıyor. Oysa bu ülkede artık ücret pazarlığı değil, yaşam pazarlığı yapılıyor. Bir yanda emeğin değersizleştirildiği, güvencesizliğin dayatıldığı, kadın cinayetlerinin sürdüğü bir düzen; diğer yanda barış isteyenlerin cezalandırıldığı, seçilmişlerin gözaltına alınıp tutuklandığı ve yerine kayyım atandığı, ormanların maden şirketlerine satıldığı bir tablo var. Bu koşullarda gerçek bir toplu sözleşme, yalnızca emeğin hakkının kazanılması değil, bu düzenin kendisiyle yapılan bir hesaplaşmadır.
Rant, silahlanma ve savaş bütçeleri her yıl büyürken, eğitim ve sağlık gibi temel kamu hizmetlerine ayrılan pay her geçen gün azalıyor. Ülke bütçesi büyük oranda güvenlik harcamalarına değil eğitime, sağlığa, barışa aktarılsaydı; bugün çocuklar geleceksizlikle değil umutla büyürdü. Emekçiler, emekliler ve halk insanca bir yaşam için bütçeden hak ettiği payı alırdı. Her toplu sözleşme masası, aynı zamanda kaynakların nereye harcansın sorusunun masasıdır.
Ekoloji mücadelesi de emek mücadelesinden ayrılamaz. Zeytinlik yasası, Akbelen ve Cudi’de kesilen ağaçlar, yalnızca bir doğa kıyımı değil; emeğin, doğanın ve yaşamın yok sayılmasıdır. Doğayı talan edenlerle emeği sömürenler aynıdır. Barış, demokrasi, ekoloji ve emek: Bunlar bir zincirin halkalarıdır. Ayrı ayrı değil, birlikte savunulduklarında bir anlam taşır. Bugün o zinciri birbirine kenetlemek zorundayız. Emekçiler yalnızca maaş değil, yaşam hakkı istiyor. Ve o yaşamı, ancak mücadeleyi ortaklaştırarak direnenler kurabilir.
Sonucu masa değil, mücadele belirler!
Toplu sözleşme hakkı, yalnızca ekonomik değil siyasal ve sınıfsal bir mücadele başlığıdır. Emekçilerin kendi kaderini tayin etmesi, fiili-meşru mücadele hattını örmesiyle mümkündür. Yetkili ama etkisiz sendikaların iflası, tabandan kurulan yeni bir sendikal çizgiyle aşılabilir. Emekçi meclisleri, grev komiteleri, kadın emekçilerin oluşturduğu özgün kurullar ve üniversite gençliğiyle birlikte örülecek bir mücadele zemini, bu oyunun kurallarını değiştirebilir. Çünkü tarih gösterdi: Haklar masa başında değil, sokakta kazanılır.
Çözüm fiili-meşru mücadelede:
Bu tabloyu tersine çevirmek, masa başında değil, sahada kurulan mücadeleyle mümkün. Toplu sözleşmenin gerçek bir hak olması için şu talepler vazgeçilmezdir:
- Uluslararası sözleşmelerde tanınan grevli Toplu Sözleşme hakkı Anayasal güvenceye alınmalıdır.
- Hakem Kurulu iptal edilmeli, karar süreci tarafsız bir mekanizma tarafından yürütülmelidir.
- Tüm sendikalar eşit söz hakkına sahip olmalı, kararlar çoğunluk değil çoğulcu bir şekilde alınmalıdır.
- Toplu sözleşme sürecinin her aşamasının, kamuoyu tarafından şeffaf şekilde takip edebileceği bir mekanizma kurulmalıdır.
Eğer emekçiler bu masa oyununu bozmak istiyorsa, yapılması gereken bellidir: Hak verilmez, alınır. Fiili ve meşru mücadeleyi yükseltmek, sendikal birliği tabandan güçlendirmek ve iktidarın belirlediği sınırlara sığmayan bir toplu sözleşme mekanizması kurmak zorunluktur. Çünkü bu sistem değişmeden ne o masadan kazançlı çıkılabilir ne de emeğin gerçek anlamda karşılığı alınabilir.
Grevli gerçek toplu sözleşme, özgür ve eşit yurttaşlığa dayalı demokratik bir Türkiye’yi birlikte inşa etmek için; halktan, emekten, barıştan ve özgürlükten yana yeni bir toplumsal düzen için güç birliğinin zamanı geldi, geçiyor.
Kadınlar, gençler, işçi ve emekçiler yani sosyalist ve devrimci-demokrat güçler; emekliler, asgari ücretliler, emekçiler ve halkımız bütçeden payını talep ettiğinde bunun karşısına “bir kurşunun fiyatını” soran iktidarın elinden, o kurşunu alıp eriterek, barışın ve emeğin kalemine dönüştürüp emekçilerin imzasını ülke tarihine atmalıdır.
* Eğitim Sen Genel Sekreteri