Tıbbî-biyolojik bir olgu olarak apoptosizin toplumsal bünyede işler kılınması ancak komünlerle mümkün olacaktır. Kendini tanrı ilan eden iktidarlarla her türlü ahlaksızlığa rıza gösterir durumda bırakılan ezilenlerin gerçek gücü de o zaman tüm açıklığıyla görünürlük kazanacaktır
Afşin Aybar
Toplum ve doğanın iktidar ve devlet odaklı anlayış, pratik ve örgütlenmelerle tümör gibi sarmalandığı çağımız açısından sosyalizm, yalnızca insanlığı değil, gezegenin tamamını uçuruma götüren lokomotifteki imdat freni artık. Sosyalizm belki de tarihin hiçbir döneminde günümüzdeki kadar, insanlığın elbirliğiyle savunup inşa etmeye mecbur olduğu bir sistem olmamıştı. Despot imparatorluk çağlarında bile toplumun devlet-dışı kaldığı, kadının toplumsal özneliğinin sorgulanmadığı, dağların-ormanların tüm canlılara yurt olduğu geniş alanlar bulunmaktaydı. Bugünse insan zekâsının her yaratımını, doğal ve toplumsal yaşamı tek bir nokta bırakmamacasına kontrol altında tutup baskılayarak talan edecek teknolojilere tahvil eden azgın bir sömürü sistemi var. Sermaye ve iktidar putu etrafında kanserolojik toplum yaratan haliyle, gezegenin işgal ettiği her noktasını yaşanmaz hale getiren kapitalizmin tüm hücrelerine karşı insanlığın toplumsal apoptozise, yani sosyalizme muhtaç olduğunu görmek gerekiyor.
Apoptozis, vücutta ihtiyaç duyulmayan veya anormalleşmiş hücrelerden kurtulmanın normal yoludur. İleride ortaya çıkabilecek komplikasyonlar bu yolla önlenir. Canlı ve sağlıklı doku ölümleriyle sonuçlanan iyileşme süreçlerinden, yani nekrozlardan farklıdır. Böyle iyileşme süreçlerinde hem sorunlu hücre ölür hem de yakın hücre ve dokularda bozulmalar gelişir. İltihaplanma bu tür bedel ödeten iyileşme süreçlerine örnektir. İltihap kapmış bir doku iyileşse bile iz bırakır; çünkü doku kaybına neden olmuştur. Fakat apoptoziste, parçalanarak sindirilen ölü hücre yakın hücre ve dokulara zarar veremez hale getirilir. Sorunlu hücre ortadan kaldırılırken, canlı ve sağlıklı hücrelerden oluşan doku zarar görmeden süreci atlatır. Organizmayı kanserli hücreden ağrı ya da kalıcı bir hasar gelişmeden, hatta farkına bile varılmadan kurtaran bu mekanizmanın yaşam döngüsü için ne ölçüde gerekli ve yararlı olduğunu apoptozis işlevini kaybetmiş insanların ileri kanser vakalarında karşılaştığı ızdıraplı ölümlerden görmek mümkündür. Anormal hücrelerin programlanmış ölümü olarak tüm canlılarda bulunan bu savunma ve yenilenme mekanizması evrim açısından da önem taşır.
Bugün hiçbir toplumsal alan kalmamıştır ki kanseroloji ile nitelenen sorunların dışında kalmış olsun. Paleolitik dönemlerden uygarlığa kadar toplum dışında marjinal bir çete oluşumu olarak toplum değerlerine yönelen kastik katiller, devlet-uygarlık çağı ile birlikte, iktidar gücü olarak kendi kurum ve kültürünü yarattı. Kapitalizm böyle bir kurumsal-kültürel yapının zirveye ulaştığı sistem. Erdoğan’ların her yönüyle ifşa olan hırsızlık-soygunculuk pratiklerine rağmen iktidar ve servete batmış halinin yıllardır sürüyor olması, zirvedeki kastik katilliğin burnumuzun dibinde duran örneği. Millete sövüp sayan patronlar, sömürerek iktidara geldikleri Kur’an ayetlerini alaya alan bakanlar aynı çetenin avanesi. Trump’ın dünyayla alay edercesine söz ve davranışlarla uyguladığı saldırgan politikalar aynı yapının küresel ölçekteki tezahürü. Tarihe ahlaksızlıklarıyla geçen Romalı imparatorlar bile halkın karşısında bu denli pervasızlaşamadılar. Ki aralarında isyanlarla düşürülenler de vardı. Çağımızın kanserli halini ortaya koyan en önemli veri de bu oluyor: Örgütsüzlük girdabında tutularak sömürü sisteminin paryası konumuna itilen toplumun emekçi sınıfları, ne dünyayı kansere mahkum bırakan katil ve hırsızlar çetesine karşı mücadele verebiliyor ne de yarattıkları değerleri gerektiği gibi koruyabiliyor.
Topluma yayılan şiddet
Bu bağlamda, toplumsal kanserolojinin kökünü erkek egemen kültürde görmek gerekiyor. Erkek egemen kültür toplumsal bünyenin tamamında gözlemlenen bir sorun kaynağı. Kadın ve çocuk katilleri, tecavüzcüler, faşist-ırkçı zihniyetleriyle devletperverliği matah görenler, toplumun geneline yayılan şiddet… Bu kişiliklerin ve faili oldukları olayların haber bültenlerinde yer almadığı tek bir gün kalmadı. Dikkat edilirse tüm bu pratiklerin failleri öyle güç ve servet sahibi kodaman kişiler de değiller. Çoğu, tümörün nüfuz alanında kaldığından anormalleşerek canlılığa düşman kesilen hücreler gibi, erkek-egemen kültürle sapıklaşan ve toplumsal aidiyet namına elinde bir şey kalmamış kişilikler.
Erkek-egemen kültür öncelikle kadının öznelliğine düşmandır. Ama bu kültür yalnızca kadını mağdur etmiyor. Halklara, ulusal ya da inançsal azınlıklara, çocuklara, doğaya, eşitlikten özgürlüğe tüm ideallere; maddi ve manevi değerlerin tamamı erkek-egemen yağma kültürünün hedefinde. İnsana, maddi varlıklara, toplumu ayakta tutan manevi değerlere düşman kesilen herkes erkek-egemen kültürün eseri. Kürdistan’da ormanları talan eden korucular erkek-egemen kültürün temsilcisi. Narin Güran’ı ailece katleden Güran ailesi bu kültürün taşıyıcısı. Hakkari’de genç Kürt kadınları uyuşturucu ve fuhuşa itmeye çalışan, sonuç alamadığı kadınlara çetesiyle birlikte şiddet uygulayan, üstüne bir de yaptığı işkenceyi kameraya kaydedip o genç kadınların itibarına kastederek dijital medya üzerinden servis eden Ayşegül Akdoğan ve kontra-çetesi de erkek-egemen kültürün ortaya çıkardığı yaratıklardan. Kürdistan’da Gülistan Doku’yu, İpek Er’i, Rojin Kabaiş’i katleden, intihara sürükleyen özel harekatçılar, uzman çavuşlar, polisler, hakim-savcısından kaymakamına devlet görevlileri ve bunlarla işbirliği içerisinde olanlar; dünyanın her yerinden Suriye’ye “cihat” için gelip bu dünyada cariye, ötekinde huri hesabı güderek kafa kesenler; Türkiye’de evli olduğu kadını ya da öz kızını gözünü kırpmadan parçalara ayıran “babalar’’… Tüm bunlar erkek-egemen kültürün her kesim tarafından nefretle karşılanan unsurları. Ama erkek-egemen kültür yaşamın her yerinde kadın-erkek, çocuk-yetişkin, toplum-doğa, maddi-manevi değer ayrımı yapmaksızın insanî değerlerin tamamına yöneliyor. Bu saldırıya sınıflar, uluslar ve cinsiyetler hiyerarşisinin dibine mahkûm edilenleri de bulaştırarak toplumu ve doğayı talan ediyor.
Özgürlük ahlakı ve sosyalizm
Kürdistan’ın, Türkiye’nin, Suriye’nin, İran’ın, Ortadoğu ve dünyanın geri dönülmez bir şekilde azgınlaşan bu kültürle bir arada yaşayamayacağını görmek için alim olmaya gerek yok. İnsanlığın kadın özgürlüğü ekseninde sosyalizme muhtaç olduğunu görmek için de dahi teorisyen olmak gerekmiyor. Herkesin anadan doğduğunu, doğduktan sonraki o ilk dönemlerinde ananın yakın ilgisi sayesinde hayata tutunduğunu unutmamak gerekir. Bundandır ki hiç kimse özgürlük ahlakına dayalı manevi değerlerden nasiplenmemiş olmayı insan gerçekliğine layık bir durum olarak göremez, görmemelidir. Rakel Dink, eşi Hrant Dink’in cenaze töreninde bebekten katil yaratan kültürü sorguladı. Çünkü hem Rakel hem de Hrant, haksız babanın karşısında durarak annelerinin hakkını savunan çocukların varlığında geleceği gören bir kültürün insanlarıydı. İnsan gerçekliği ne erkek-egemen kültüre ne de bu kültüre dayalı sömürü düzenleri ve uygarlık sistemlerine rıza gösterecek kadar maneviyattan kopuk değil. Değerlerden bu kadar kopmuş olmak toplumu bitirir. Toplumlar, içinde bulunduğu tüm sorunlara rağmen halen varlığını sürdürüyorsa, ne toplum bitmiştir ne de insan toplumsal özgürlük bilinci ve ahlakından tamamen kopmuştur. Yapılması gereken; bu bilinç ve ahlakla sahip olduğu vicdana kulak verip, gezegenin yok oluşa sürüklendiği bu tarihsel aşamada yaşamın namusunu savunanların safında yer almaktır. Bu vicdan erkek-egemen kültürün sapık muktedirleri karşısında muazzam bir mücadele birliğini açığa çıkaracaktır. Unutulmamalı ki; erkek-egemen kültürün kurduğu hiyerarşide tepede bulunanların arsızlığıyla bu hiyerarşinin dibinde bulunanların mankurtvari şuursuzluğu toplumsal örgütlülüğün gerilik düzeyiyle bağlantılıdır. Bunun için erkek-egemen kültürün tüm kurum, kişi ve anlam yapılarına karşı mücadele ve sosyalizmi inşa perspektifini toplumsal örgütlenmenin merkezine koyarak komünler örgütlemek gerekiyor. Tıbbî-biyolojik bir olgu olarak apoptosizin toplumsal bünyede işler kılınması ancak komünlerle mümkün olacaktır. Kendini tanrı ilan eden iktidarlarla her türlü ahlaksızlığa rıza gösterir durumda bırakılan ezilenlerin gerçek gücü de o zaman tüm açıklığıyla görünürlük kazanacaktır.









